Egemenlik kavramının yalnızca kara parçaları veya devletin sınırlarıyla sınırlandırılması, temel bir yanılgıyı beraberinde getirmektedir. Özellikle denizyolu taşımacılığının uluslararası bir nitelik kazanmasıyla birlikte egemenlik mücadelesinin yalnızca karada değil, denizlerde de yoğun bir şekilde yaşandığı görülmektedir. Denize kıyısı bulunan devletlerin kendi karasularında ticaret ve seyrüsefer faaliyetlerini düzenleme ve kontrol etme ayrıcalığı, kabotaj hakkı olarak tanımlanmaktadır. Bu hak, devletin egemenlik alanının denizlerdeki uzantısını ifade etmekte ve uluslararası hukuk tarafından güvence altına alınmış bulunmaktadır.
4 Temmuz 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’nın 28. maddesi, Osmanlı Devleti döneminde yabancı devletlere tanınan kapitülasyonların kaldırılmasını hükme bağlamıştır. Bu hükmün somut yansıması, 19 Nisan 1926 tarihinde 815 sayılı “Türkiye Sahillerinde Nakliyatı Bahriye (Kabotaj) ve Limanlarla Kara Suları Dahilinde İcrayı San’at ve Ticaret Hakkında Kanun”un kabul edilmesiyle gerçekleşmiştir. Söz konusu kanun, 1 Temmuz 1926’da yürürlüğe girmiştir. Yasal düzenlemeyle Türkiye’nin kıyı sularında ve limanlarında gerçekleştirilen deniz taşımacılığı, yükleme-boşaltma faaliyetleri, gemi işletmeciliği ve diğer bağlantılı hizmetlerin yalnızca Türk vatandaşlarına ve Türk bayraklı gemilere tahsis edilmesi hükme bağlanmıştır. Lozan’da teorik olarak kaldırılan kapitülasyonların pratikte sona erdirilmesi ve yabancıların ayrıcalıklarının Türk vatandaşlarına devredilmesi açısından kritik bir hukuki dönüm noktasıdır. Bu kapsamda, Kanun’un temel işlevi, ulusal egemenliğin denizcilik sektöründeki tezahürünü somutlaştırmak ve ekonomik bağımsızlığı ulaşım alanında güvence altına almaktır.
Kabotaj hakkının Türkiye’de resmi olarak tesis edilmesini takiben millî bir kutlama geleneği oluşturulmuştur. 1 Temmuz 1935’te ilk kez “Denizcilik Bayramı” olarak kutlanmaya başlanan bu özel gün, 1939 yılında “Kabotaj ve Denizcilik Bayramı” adını almıştır. Bu bayramın ihdas edilmesi, Cumhuriyet’in erken döneminde denizcilik sektörüne verilen stratejik önemin ve ulusal egemenliğin denizlerdeki tezahürünün sembolik bir ifadesidir.
8.333 km’lik sahil şeridi ve üç tarafın denizlerle çevrili olması, Türkiye’yi doğal bir deniz ülkesi yapmaktadır. Ayrıca İstanbul ve Çanakkale boğazlarının uluslararası deniz ticaretindeki kritik rolü, Türkiye’ye benzersiz bir avantaj sağlamaktadır. Buna rağmen Türkiye’nin deniz ticaret filosu ve liman kapasitesi Hollanda, Singapur veya Yunanistan gibi deniz ülkelerinin gerisinde kalmaktadır. Bu noktada Ulu Önder Mustafa Kemal ATATÜRK’ün “Denizciliği Türk’ün büyük millî ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.” sözü, küresel rekabette geri kalmamak için denizlerdeki fırsatları değerlendirmek zorunda olduğumuzu hatırlatmaktadır!
Atatürk’ün “denizciliği Türk’ün büyük millî ülküsü yapma” hedefi, bugün Mavi Vatan doktriniyle yeniden canlanmaktadır. Türkiye’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerini korumayı, deniz kaynaklarını ekonomik ve stratejik olarak değerlendirmeyi hedefleyen Mavi Vatan, Türkiye’nin deniz yetki alanlarını (kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge) bilimsel ve hukuki temellerle savunmasını, deniz gücünü ekonomik ve askerî anlamda geliştirmesini ifade etmektedir. Mavi Vatan, sadece bir deniz stratejisi değil, Türkiye’nin jeopolitik bağımsızlığını, ekonomik geleceğini ve millî güvenliğini garanti altına alan bir ülküdür.