Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN
Travma, Hafıza ve Jeopolitik Refleks: İran-İsrail Savaşı Ekseninde Ortadoğu Devletlerinin Psikopolitik Davranış Kalıpları ve Türkiye Açısından Değerlendirilmesi
Özet: İşbu kompozisyon, güncel olarak devam eden İran-İsrail savaşının, sadece iki devlet arasındaki çıkar çatışmasından ibaret olmadığını, aksine Ortadoğu devletlerinin siyasi hafızasında yer alan kolektif travmaların yeniden tetiklenmesiyle açıklanabilir olduğunu aktarmaktadır. Metnin içeriğinde, psikoloji biliminin travma teorileriyle uluslararası ilişkiler kuramları birleştirilerek, “jeopolitik travma refleksi” kavramı tanımlanmaktadır. Söz konusu kavram, öğretiye yeni bir bakış açısı sunarak TURKDEGS öncülüğünde stratejik değerlendirmelerde kullanılabilmesi için ileri sürülmektedir. Jeopolitik travma refleksi, bir aktörün tarihsel bağlamda yaşadığı savaş, kitlesel yoksulluk veya soykırım gibi bazı travmalarının post-modern siyaset arenasında küresel hegemonya kurmuş olan aktörler tarafından çıkarları doğrultusunda kullanılması amacıyla kışkırtma politikaları üzerinden verdikleri refleks hareketlerini ifade etmektedir. Bu temel kavram üzerinden aşağıda ayrıca, Türkiye bağlamında hissedilen Sevr Sendromu’nun halihazırda “zorunlu tarafsızlık” etkisindeki dış politikasına etkisi ve son olarak ABD’nin İran’ın siyasi geleceği için öngörülen dört adet senaryo karşısındaki olası politika tercihi ve bunların Türkiye’ye etkileri analiz edilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Travma, jeopolitik hafıza, Sevr Sendromu, İran-İsrail savaşı, psikopolitik, diplomatik terapi, Türkiye, ABD, Orta Doğu
- Giriş
Ortadoğu, yüzyıllardır süren iç ve dış savaşlar, dağılan imparatorluklar, Batı’nın müdahaleleri ve ideolojik kamplaşmalardan beslenen travmalarla biçimlenmiş bir coğrafyadır. Özellikle 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan emperyalist sömürüler, manda rejimleri ve etnik-dini bölünmeler, bölgedeki devletlerin psikolojik, toplumsal ve stratejik davranışlarında derin izler bırakmıştır. Bugün yaşadığımız İran-İsrail savaşı gibi güncel krizleri anlamak için, bölge ülkelerinin kolektif travmalarını göz önüne almak hayati önem taşımaktadır (Frühstück, 2003; Matthews, 2021).
2025 yılının ilk yarısında İran ile İsrail arasında yaşanan doğrudan askeri çatışma, Ortadoğu’da sadece bir güç dengesi değişimini değil, aynı zamanda siyasi tarihlerin ve kolektif hafızaların ölçülebilir jeopolitik etkilerini de gün yüzüne çıkarmıştır. İran Devrimi, Holokost, Sevr Anlaşması gibi tarihsel olaylar, Ortadoğu’daki aktörlerin dış politika davranışlarına sebep olan bilinçaltındaki travmatik eğilimleri gözler önüne sermektedir. Her bir siyasi aktör, tarihsel çatışma deneyimlerini, kayıplarını ve konvansiyonel tehdit algısını, bugün de süregelen siyasi reflekslerine yansıtmaktadır. Bu nedenle, çatışma analizlerinin salt stratejik çıkarlar üzerinden olmaksızın devletlerin kolektif hafızaları, ulusal kimlikleri ve tarihsel korkuları üzerinden okunması gerekmektedir. Bu makale, özellikle İran-İsrail savaşı üzerinden başlayan çatışmanın Ortadoğu’daki kolektif travma ve psikopolitik reflekslerle nasıl ilintili olduğunu psikoloji ve jeopolitik bağlamda çok disiplinli olarak incelemektedir.
- Diplomatik Yollarla Siyasi Travma Tedavisi Mümkün mü? Devletler Arası Psikolojik Onarımın Araçları
Ulus devletlerin siyasi refleksleri, tıpkı bireyler gibi travmalardan etkilenebilir. Aşağıda, Ortadoğu’da yer alan başlıca aktörlerin tarihsel travmalarına ve bu travmaların bugünü şekillendiren jeopolitik tezahürlerine yer verilmiştir:
- İran: Devrimin Hafızası ve Yeniden Kuşatma Korkusu
1979 İran İslam Devrimi sonrası Batı tarafından dışlanan İran, Saddam Hüseyin’in saldırısıyla başlayan 8 yıllık savaşla kolektif bir yalnızlık psikozuna sürüklenmiştir. Bu travma, Tahran’ın yıllar boyunca “her yere ulaşan vekil güçler” ve “asla tam teslim olmama” stratejisiyle görünür hale geldi. Bugünkü savaşta İran’ın, İsrail’e doğrudan saldırmayı göze alması, aslında geçmişte müdahale edemediği bazı gelişmelere “geç kalmanın” ve yalnız bırakılmanın yarattığı derin endişenin yansımasıdır. İran’ın gözünde siyasi açıdan pasif kalmak, 1980’lerde olduğu gibi yıkıma davetiye çıkarmaktır.
- İsrail: Soykırım Travmasından Sonsuz Güvenlik ve Kendi “Nazi” Doktrinini Kurma Arayışına Uzanan Psikolojik Hastalık
İsrail’in jeopolitik davranışlarını anlamak için Holokost’un kolektif hafızadaki yerini göz ardı etmek mümkün değildir. Bu hafıza, “bir daha asla yalnız kalmamalıyız” ilkesini; sürekli saldırıya uğrayacakmış gibi hissetme refleksiyle birleştirerek, İsrail’in askeri doktrinlerinin temelini oluşturmuştur. İran’ı çevreleme, Hamas’ı yok etme ve Hizbullah’ı önceden vurma refleksleri, klasik realist stratejilerden çok, derin bir tarihsel korkunun militarist yeniden üretimidir. Bu, “önleyici değil, travmatik önlem”dir.
- Arap Dünyası: Manda ve Himaye Yıllarındaki Gibi Parçalanma Korkusu
Ürdün’den Suriye’ye, Irak’tan Mısır’a kadar birçok Arap devleti, Osmanlı sonrası sınırlarının dış müdahalelerle çizildiği bir travma hafızası taşır. İsrail’in bölgede her çatışmayı kendi lehine yeniden haritalandırma çabası, Arap başkentlerinde 20. yüzyılın ilk yarısındaki kayıpları çağrıştırmakta ve bu da onları pasif kalmaya veya bölgesel statükoyu korumaya zorlamaktadır. Jeopolitik travma refleksi olarak tanımlanabilecek bu durum, Arap devletlerini kendi travmalarıyla yüzleşmeden İsrail-İran savaşını yalnızca izlemeye itmektedir.
- Türkiye: Lozan Sonrası Parçalanma Endişesi ve Stratejik Yalnızlık
Türkiye’nin stratejik davranışları, özellikle 2016 yılında yaşanan FETÖ kalkışması sonrasında, öğretide tanımlanmış olan “Sevr Sendromu” neticesinde parçalanma korkusuyla şekillenmiştir. Suriye’deki fiili bölünme, PKK-PYD denklemindeki Batı desteği, Türkiye’nin jeopolitik hafızasında sürekli bir kuşatılma hissi yaratmaktadır. Bu yüzden İsrail-İran çatışması Türkiye için sadece bir bölgesel kriz değil, aynı zamanda kendi sınırlarını ve etki alanını yeniden inşa etme fırsatı ya da İsrail tehdidi olarak görülmektedir. Ankara, bu çatışmayı bir tür “zorunlu tarafsızlık” ile izlerken, aslında kendi geçmişine gömülü psikolojik kalıpların da esiri olmaktadır.
- Türkiye: Sevr Sendromu ve Stratejik Tıkanma
Türkiye’nin jeopolitik refleksleri, özellikle 20. yüzyılın başından bu yana Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan bazı travmalar etrafında şekillenmiştir. Bu travmaların en kalıcı olanı, kuşkusuz Sevr Antlaşması’nın yarattığı parçalanma endişesidir. Mustafa Kemal Atatürk, bu senteze karşı güçlü bir antitez geliştirerek “Türk” milleti çatısı altında birçok farklı etnik, dini ve sosyolojik kökenli vatandaşı bu kimlik altında birleştirmeyi ve yerleştirmeyi başarmıştır. Buna karşın iç siyasi dengelerin yarattığı çalkantılar sebebiyle 100 yılı aşkın süreyi geçen kurucu ilkelerin zedelenmesi neticesinde Türk siyasi kültüründe ve özellikle askeri-bürokratik gelenekte “Sevr Sendromu” olarak adlandırılan bu travmatik hafıza, Türkiye’nin dış politika reflekslerine ve güvenlik stratejilerine derinden işlemiştir (Uslu, 2020; Gürsoy, 2021).
- Travmatik Hafızanın Tezahürü: Suriye Krizi ve Kuşatma Algısı
Suriye İç Savaşı ve güncel İran-İsrail savaşı, Türkiye’nin bu tarihsel travmasını yeniden aktive eden bir dönüm noktasıdır. PKK’nın Suriye kolu PYD’nin ABD ve Batı destekli aktör haline gelmesi, Türkiye’de bir kez daha “arka bahçede kuşatılma” ve ardından parçalanma endişesini tetiklemiştir. Türkiye’nin sınır ötesi operasyonları (Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı) bu anlamda sadece terörle mücadele değil, aynı zamanda kolektif bir “psikolojik savunma mekanizması” olarak işlev görmektedir (Çandar, 2018).
- Diplomatik Yalnızlık ve Güvensizlik Döngüsü
Türkiye’nin dış politikadaki eksen kaymaları, zaman zaman Batı ile gerilimi artıran çıkışlar, zaman zaman da Rusya ve Çin gibi aktörlere yönelme çabasıyla bir güvenlik arayışı içinde savrulma görüntüsü sunmuştur. Bu durumun arkasında, sıklıkla siyasi açıdan yalnız bırakılma hissiyatı ve diğer aktörlerin Türkiye’yi bölmeye yönelik niyetler taşıdığına dair kolektif şüphe yatmaktadır. Bu “travma sonrası politik savunmacılık”, Türkiye’nin çok taraflı diplomasiye ve arabuluculuk yapma isteğini açıklayabilir (Öniş & Yılmaz, 2019).
- Sevr Sendromundan Çıkış İçin Ne Yapılabilir?
Travma ve Kamuoyunun Hafızası ile Yüzleşme: Türkiye’nin kurucu ilkelerinde yer alan tehdit algıları, içselleştirilmiş korkular yerine kurumsal reflekslere dönüştürülmelidir. Siyasi kültür ve tarihsel düşmanlık ile değil, aksine kurumsal çözüm odaklılık etrafında profesyonel biçimde reel bakış açısıyla yeniden inşa edilmelidir.
Diplomatik Terapötik Diyalog: Yunanistan, Ermenistan, Suriye gibi geçmişte savaş yaşanmış komşularla başlatılacak samimi diplomatik açılımlar, “tarihsel terapötik süreçler” olarak ele alınmalıdır. Bu, sadece ilişkileri değil, Türkiye’nin psikolojik dış politika iklimini de dönüştürür. Buna karşın ilgili süreç, taviz vererek barış ortamının istikrarını sağlamak şeklinde olmamalıdır. Türkiye, kendi çıkarlarını her aktöre karşı şeffaf biçimde savunmalı ve somut hamleler yapmalıdır.
Stratejik Şok ve Özgüven Tesisi: Türkiye, yalnızca savunma refleksiyle değil, gerektiğinde önleyici ve caydırıcı olacak şekilde şok etkisi yaratacak ani askeri veya diplomatik hamlelerle kendi jeopolitik güvenliğini yeniden tesis etmelidir. İsrail’in İran’a yönelik suikast politikalarına karşılık olarak, Türkiye’nin Suriye sahasında veya Doğu Akdeniz’de daha proaktif adımlar atması (Örneğin: Suriye ve Lübnan ile deniz yetki alanı anlaşmaları imzalaması, Kıbrıs’ta yeni statü önerileri sunması) hem siyasi özgüvenini pekiştirir hem de bölgesel gücünü arttırır.
Yeni Kırmızı Kitap: Türkiye’nin güvenlik öncelikleri, güncel olarak belirlenen Kırmızı Kitap gibi pasif tanımlar yerine, aktif biçimde yeniden tarif edilmelidir. Savunma değil “önünü alma” ilkesine dayalı yeni bir aktif stratejik doktrin geliştirilmelidir.
Sonuç: Türkiye, İsrail’in aksine kolektif ruhsal sağlık bozukluğu yaşayan bir aktör değildir. Türkiye, yalnızca kolektif özgüveni törpülenmiş bir devlettir. Sevr Sendromu gibi kolektif travmaların, yalnızca hatırlanarak yapılmadığını aynı zamanda yapıcı siyasi davranışlarla “yerine başka bir şeyin konulması” yoluyla aşılabileceği görüşü giderek yaygınlaşmaktadır. Türkiye’nin bu bağlamda hem geçmişten gelen korkularıyla yüzleşmesi hem de yeni bir dış politika özgüveni geliştirmesi gereklidir. Bunun için ise stratejik öfke değil, stratejik terapi ve gerektiğinde stratejik şok kaçınılmaz hale gelmiştir.
- İsrail’in İstihbarat Doktrini: Truva Atı ve Reaktif Güvenlik Politikası
İsrail’in güvenlik stratejileri, klasik realizmden ziyade varoluşsal güvensizlik duygusuna dayalı “reaktif realizm” biçiminde şekillenmiştir. Holokost’un bıraktığı derin travma ve Arap-İsrail savaşlarında yaşanan kuşatma psikolojisi, İsrail’in yalnızca savunma değil, aynı zamanda öngörülemez ve ani hamlelerle düşmanlarını şaşırtma stratejisine yönelmesine neden olmuştur (Barak, 2017; Shapira, 2020).
- İstihbarat Devleti Olarak İsrail: Tarihsel Köken ve Yayılma Stratejisi
Mossad’ın kuruluşundan itibaren sadece dış tehditlere karşı değil, aynı zamanda bölgedeki dost ya da tarafsız ülkelerde de etkili istihbarat operasyonları yürüttüğü bilinmektedir. 1980’lerde Irak’ın nükleer programına karşı gerçekleştirilen Osirak saldırısı veya 2008’den itibaren İran’ın nükleer programındaki bilim insanlarına yönelik suikastlar bu stratejinin örnekleridir. Ancak daha az bilinen ve daha tehlikeli olan, İsrail’in kimi Arap ve Müslüman ülkelerde “truva atı” stratejileriyle istihbarat hücreleri kurarak, bu ülkelerin karar alma süreçlerine etki etmeye çalıştığıdır (Cohen & Burris, 2022).
- 2025 Tahran Suikastı: İsrail’in Derin Vuruş Stratejisi
Haziran 2025’te İran’ın başkenti Tahran’da, İran Genelkurmay Başkanı’nın bir suikast sonucu öldürülmesi, yalnızca bir hedefin etkisiz hale getirilmesinden öte, İran devlet mekanizmasının psikolojik olarak sarsılmasına yönelik bir “stratejik psikolojik savaş” örneğidir. Bu olayın İsrail tarafından gerçekleştirildiği yönündeki güçlü deliller (Al-Monitor, 2025), İsrail’in sadece fiziksel değil, zihinsel alanlarda da üstünlük kurmaya çalıştığını göstermektedir.
- Yakınlaşmanın Riskleri: Türkiye-İsrail İlişkileri Nereye Gidiyor?
Türkiye’nin son dönemde İsrail’le geliştirdiği enerji, savunma ve teknoloji işbirliği, diplomatik anlamda kısa vadeli kazanımlar sağlasa da; bölgesel bir çatışma senaryosunda Ankara’nın tarafsız kalabilme yeteneğini ciddi biçimde sınırlandırmaktadır. Özellikle İran gibi aktörlerin “İsrail’le iş tutan her aktör düşmandır” şeklindeki yayılmacı söylemleri göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’nin bu yakınlaşmayı dikkatli yönetmesi gereklidir. İsrail’le kurulan ilişkiler bir diplomatik manevra değil, potansiyel hedef haline gelme riskini de taşımaktadır (Kibaroglu, 2024).
Olası bir Türkiye-İsrail çatışmasında, halihazırda kurulu bulunan istihbarat, savunma ve teknoloji işbirliklerinin Türkiye açısından çözülmesi güç karmaşık güvenlik açıkları doğurabileceği unutulmamalıdır. İran’daki gibi, yüksek profilli suikast ve iç müdahale senaryoları Türkiye açısından da göz önünde bulundurulmalı; bu işbirliklerinin denetimsiz kalması halinde bir zaaf alanına dönüşebileceği kabul edilmelidir.
- İsrail’in Truva Atı Politikalarına Karşı Alternatifler
- Bağlantısızlık Prensibi ile Denge: Türkiye, 1960’larda olduğu gibi “bağlantısız” pozisyona yaklaşarak hem İsrail’le ilişkileri sürdürebilir hem de bölgesel çatışmalarda tarafsızlığını koruyabilir.
- İstihbarat Şeffaflığı ve Dengeleme: İsrail ile yapılan her işbirliğinde karşılıklı istihbarat paylaşımı mekanizmaları yerine, kendi ulusal istihbarat birimlerinin denetim ve sınırlandırma mekanizmaları geliştirilmeli; bu tür işbirliklerinin olası “iç müdahale riski” taşıdığı kabul edilmelidir.
- Ortadoğu İçin Güvenlik Protokolü: Türkiye, İran, Mısır, Ürdün ve Körfez ülkeleriyle birlikte İsrail’i de kapsayacak yeni bir Ortadoğu güvenlik protokolü önerebilir. Bu, yalnızca savaşı değil; aynı zamanda istihbarat savaşlarını da sınırlamaya dönük bir diplomatik açılım olabilir.
- “Genişletilmiş Sadabat Paktı” Önerisi: Türkiye, İran, Suriye, Lübnan, Irak ve hatta Ürdün gibi ülkeleri kapsayan yeni bir “Sadabat Paktı” önererek, sadece diplomatik izolasyonu kırmakla kalmayıp, aynı zamanda bölgesel güvenlik mimarisinde inisiyatif sahibi olabilir. Bu öneri, Türkiye’yi bölgesel güç statüsünde psikolojik olarak da özgüvenli kılar.
- İsrail ve Arap Rejimleri: Travma Üzerinden Manipülasyon
İsrail, Arap ülkelerinin baskıcı otoriter yönetimlerinin “baskı olmazsa halk ayaklanır” şeklindeki travmatik reflekslerini uzun süredir kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaktadır. Bu ülkelerdeki yöneticilerin halktan ziyade rejim güvenliğine odaklı olması, onları dışa bağımlı hale getirmiş ve İsrail’e ait özel istihbarat şirketlerine mahkûm etmiştir. Bu durum, yalnızca istihbarat bağımlılığı yaratmakla kalmamış, aynı zamanda bu ülkelerde reformcu ve bağımsız hareketlerin bastırılmasında dış destekli iç manipülasyonlara alan açmıştır.
- ABD’nin İran İçin Seçenekleri: Rejim Değişikliği mi, Kontrollü Kaos mu?
İran-İsrail savaşının derinleştiği bir dönemde, Washington’un masasında dört temel senaryo yer almaktadır. Her bir senaryo, ABD’nin bölgedeki uzun vadeli çıkarları, küresel hegemonya iddiası, enerji güvenliği ve Çin-Rusya eksenine karşı dengeleme politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Bu bölümde, söz konusu dört senaryo detaylı biçimde analiz edilerek ABD’nin muhtemel tercihi hakkında tahmin yürütülmektedir.
- Pehlevi Hanedanının Geri Dönüşü: Liberal Restorasyon Senaryosu
Bazı Batılı düşünce kuruluşlarında son yıllarda tekrar gündeme gelen Reza Pehlevi’nin İran’a dönüşü, Batı yanlısı bir elit kesimin desteğiyle “liberal bir İran” inşası olarak pazarlanmaktadır. Bu senaryo, İran halkı nezdinde ciddi bir meşruiyet zorluğu taşısa da, ABD’nin kısa vadede kontrol edilebilir bir elit rejim oluşturma hedefiyle örtüşmektedir (RAND Corporation, 2024). Ancak bu modelin “yukarıdan reform” yapısında olması, halkın taleplerini değil Batı’nın taleplerini öncelediği için sürdürülebilir değildir.
Bu senaryo ilk etapta Türkiye için olumlu gibi görünse de, Reza Pehlevi’nin dönüşüyle kurulacak Batı yanlısı yeni rejimin Türkiye’nin İran üzerindeki etkisini azaltması muhtemeldir. Türkiye’nin doğu sınırlarında Batı destekli bir yönetimin kurulması, NATO içinde Türkiye’nin marjinalleştirilmesi riskini de beraberinde getirebilir. Ayrıca, böyle bir geçişte İran içerisindeki rejim karşıtlarının göç yoluyla Türkiye’ye yönelmesi ihtimali yüksektir. Bu göç dalgası, hâlihazırda 4 milyona yakın göçmeni barındıran Türkiye’nin demografik ve toplumsal dengesini daha da kırılgan hale getirebilir. Özellikle Doğu Anadolu ve Güneydoğu’daki etnik yapının bu göçle daha karmaşık hale gelmesi, ileride iç güvenlik riski yaratabilir.
- Geçici-Teknokrat Hükümet: Yumuşak Geçiş Modeli
İran’da reformist ve muhafazakâr klikler arasında bir geçiş hükümeti formülü, ABD’nin bölgedeki istikrar arayışı açısından en “makul” senaryo gibi görünmektedir. 2022 sonrası yaşanan Mahsa Amini protestoları, İran halkının Batı müdahalesine değil, iç reformlara açık olduğunu göstermiştir (NIAC Report, 2023). Bu nedenle, teknokratlar üzerinden yürütülecek bir yumuşak geçiş süreci, ABD’ye hem diplomatik hem de jeoekonomik alanlarda manevra kabiliyeti kazandırabilir.
Reformist geçişin bölgeye istikrar getirmesi Türkiye için güvenlik açısından pozitif bir etki yaratabilir. Ancak bu geçişin istikrarsız ilerlemesi ve İran’daki farklı kliklerin çatışmaya girmesi halinde, Batı Azerbaycan, Kürdistan ve Beluçistan bölgelerinden Türkiye’ye yönelik yeni bir göçmen akını başlaması ihtimali artar. Türkiye’nin hâlihazırda yeterince denetlenemeyen göç politikaları bu yükle baş edemez hale gelebilir. İranlı orta sınıfın göçü, Batılı yaşam biçimini benimseyen seküler göçmen grupların Türkiye’deki toplumsal hassasiyetleri tetiklemesi riskini de taşımaktadır. Bu durum, Türkiye’nin Batı-İslam çatışmasına dayalı iç tartışmalarını derinleştirebilir.
- İran’ın Bölünmesi: Etnik Fay Hatlarının Derinleştirilmesi
İran, Kürt, Azeri, Beluç ve Arap azınlıkların bulunduğu etnik olarak parçalı bir yapıya sahiptir. ABD’nin geçmişte Irak ve Suriye’de başvurduğu “böl-yönet” stratejisi, İran için de uygulanabilir olarak değerlendirilmiştir. Ancak böyle bir parçalanma senaryosu, yalnızca İran değil; Türkiye, Azerbaycan, Pakistan ve hatta Çin’i doğrudan etkileyebileceği için ciddi bölgesel krizleri tetikleyebilir (Brookings, 2022). Bu senaryo, kontrolsüz bir genişleme riski taşıdığı için Washington açısından en az tercih edilen yoldur.
En tehlikeli senaryo budur. İran’ın Beluç, Kürt, Azeri ve Arap bölgelerinde parçalanması halinde Türkiye sınırları doğrudan bu çatışmaların etki alanına dönüşür. İranlı Kürtlerin bağımsızlık talebi, Türkiye’deki PKK-PYD çizgisine moral destek sağlar. İran Azerilerinin Türkiye’ye yönelmesi, Ankara’ya yakınlık arz etse de; kitlesel nüfus hareketleri kontrolsüz biçimde ilerlerse etnik temelli gerilimler yaşanabilir. En önemlisi, sınır bölgelerindeki devlet dışı silahlı grupların hareketliliği, Türkiye’nin doğu illerinde istikrarı baltalayabilir. Göçmen dalgası bu senaryoda yalnızca insani değil, doğrudan güvenlik tehdidi yaratır.
- Sürekli İç Kaos: Kontrollü Zayıflatma Doktrini
ABD’nin son 20 yılda uyguladığı “düşmanı zayıflat ama çökertme” yaklaşımı, İran için de geçerli olabilir. Sürekli iç protestolar, yaptırımlar, siber saldırılar, ekonomik manipülasyonlarla İran’ın uzun vadede yıpratılması, ABD’ye hem Çin ile enerji rekabetinde hem de İsrail’in güvenliğinde avantaj sağlayabilir. Bu modelde İran’ın asla tam bir çöküş yaşamaması, ama aynı zamanda asla toparlanamaması esastır. Ne tam rejim değişikliği ne de reform: yalnızca sürekli istikrarsızlık. ABD’nin kısa vadede “sürekli iç kaos” stratejisine yatırım yaptığı; ancak Pehlevi modelini stratejik bir yedek plan olarak tuttuğu anlaşılmaktadır. İran’da toplumsal gerilimler derinleştikçe, ABD hem reformist söylemlerle halkı etkilemekte hem de eşzamanlı olarak istikrarsızlığı besleyerek mevcut rejimi aşındırmaktadır. Bu ikili sarkaç politikası, ABD’nin bölgedeki etkinliğini kalıcılaştırma stratejisinin temelidir. Bu bağlamda Türkiye, İran’da yaşanacak bu gelişmelerin doğrudan etkisi altında kalacağından, kendi iç politikasını da dış müdahale senaryolarına karşı tahkim etmek zorundadır.
Bu senaryo, Türkiye için uzun vadede kronik sınır güvensizliği anlamına gelir. Sürekli iç protestolarla zayıflayan İran devleti, sınır bölgelerinde otorite boşluğu yaratır. Kaçakçılık, insan ticareti, uyuşturucu rotaları gibi yasa dışı faaliyetler artar. İranlı göçmenler arasında radikal grupların sızma ihtimali de Türkiye için istihbarat ve güvenlik tehditlerini büyütür. Ayrıca bu senaryo Türkiye’nin İran’da tampon bir rol üstlenmesini gerektirebilir ki bu da askeri-siyasi olarak sürekli alarm durumunda bulunmak demektir.
- Türkiye’de Demografik ve Toplumsal Güvenlik Açısından Genel Değerlendirme
İran’daki her dört senaryo da Türkiye’nin doğrudan etki altında kalacağı bir bölgesel dönüşüm ortamı yaratmaktadır. Mevcut göçmen politikalarının yetersizliği, sosyal entegrasyon mekanizmalarının eksikliği ve iç güvenlik birimlerinin kapasite limitleri düşünüldüğünde, Türkiye’nin karşı karşıya olduğu riskler yalnızca dış değil iç kaynaklıdır. İran’dan gelecek kitlesel göç, özellikle Erzurum, Van, Ağrı, Iğdır gibi sınır illerinde demografik yapıyı değiştirebilir. Bu illerdeki nüfusun büyük çoğunluğunun genç olması, işsizlik oranlarının yüksekliği ve etnik-dinsel duyarlılıkların güçlü olması, uzun vadede sosyo-politik kırılmaları tetikleyebilir.
Devletin bu bağlamda güvenlik politikalarını “reaktif değil, öngörücü” biçimde yeniden inşa etmesi, sınır güvenliği kadar sınır ötesi diplomatik hamlelerle İran’daki gelişmeleri yönlendirme kapasitesini güçlendirmesi elzemdir.
- Türkiye Açısından En Makul Senaryo ve ABD ile Olası Uzlaşma Zeminleri
İran’daki dört senaryo arasında Türkiye için en makul ve yönetilebilir olanı “Geçici-Teknokrat Hükümet: Yumuşak Geçiş Modeli”dir. Bu senaryoda İran’ın radikal bir bölünmeye ya da radikal Batılaşmaya sürüklenmemesi, Türkiye açısından hem güvenlik hem de ekonomik ve kültürel ilişkiler bağlamında istikrar zemini sağlayabilir. Türkiye’nin uzun süredir Batı ve Doğu arasında denge kurma çabası, bu senaryo altında işlevsel hâle gelebilir. Ankara, böyle bir senaryoda İran’ın yeni teknokrat hükümeti ile sınır güvenliği, göç yönetimi, enerji iş birliği ve PKK/PJAK tehdidine karşı koordinasyon tesis edebilir.
Ancak bu tercihin hayata geçirilebilmesi, Washington’un İran politikasını yalnızca İsrail eksenli güvenlik önceliklerinden kurtarıp, bölgesel istikrar eksenine kaydırmasıyla mümkün olabilir. Bu noktada Türkiye ile ABD’nin bir “bölgesel istikrar paktı” üzerinde uzlaşması mümkündür. Ancak ABD’nin İsrail ile yapısal stratejik ittifakı, bu tür bir uzlaşmayı sürekli tehdit eden bir unsur olarak durmaktadır.
- ABD, İsrail ile Çıkar Çatışması Yaşarsa Yine de İsrail’i Tercih Eder mi?
Tarihsel örnekler, ABD’nin bölgedeki politikalarında her zaman İsrail’i “stratejik öncelik” haline getirdiğini göstermektedir. 1982 Lübnan Savaşı, 2006 Hizbullah krizi, 2018 Kudüs kararı ve 2020 İbrahim Anlaşmaları gibi pek çok örnekte, ABD İsrail’in güvenliğini diplomatik ilişkilerin önüne koymuştur (Walt & Mearsheimer, 2007; JINSA Reports, 2022). Dolayısıyla, İran’daki yumuşak geçiş Türkiye ve bölge için daha rasyonel olsa da İsrail’in bu geçişi kendi güvenliği açısından tehdit olarak algılaması halinde, ABD’nin yeniden sertlik yanlısı senaryolara dönme ihtimali yüksektir.
Bu bağlamda Türkiye’nin yalnızca ABD’ye değil, Çin, Rusya ve Körfez ülkelerine dönük çok taraflı bir diplomasi yürütmesi ve İran’daki gelişmeler karşısında “izleyici” değil “şekillendirici” aktör olmaya çalışması elzemdir. Türkiye’nin, kendi güvenliğini başka aktörlerin tercihlerine endekslememesi gerektiği artık daha açık bir gerçekliktir.
- Sonuç ve Değerlendirme
Bu makale, Ortadoğu’daki devletlerin jeopolitik davranışlarını yalnızca çıkar teorileriyle değil, kolektif hafızalarında yer eden tarihsel travmalarla açıklamaya çalışmıştır. İran’ın kuşatma korkusu, İsrail’in soykırım sonrası ebedi güvenlik kaygısı, Arap dünyasının manda ve himaye sonrası parçalanma korkusu ve Türkiye’nin Sevr Sendromu; her bir devletin mevcut çatışmalar karşısında neden “tarihsel refleksler” verdiğini ortaya koymaktadır.
2025 İran-İsrail savaşının derinleşmesiyle birlikte, bu travmalar yalnızca retorikte değil; stratejik planlama, istihbarat operasyonları, diplomatik girişimler ve hatta göç hareketlerinde somut hale gelmektedir. Psikolojik travmalar, artık yalnızca bireylerin değil devletlerin de karar verme sistemlerini şekillendirmektedir.
Türkiye bu süreçte, travmalarını inkâr eden değil, onlarla yüzleşen ve stratejik özgüvenini yeniden inşa eden bir politika izlemelidir. “Travma sonrası büyüme” kavramı, yalnızca bireyler için değil; devletler için de mümkündür. Ancak bu ancak öngörücü, çok boyutlu ve proaktif bir stratejik vizyonla gerçekleşebilir.
Kaynakça
Al-Monitor. (2025). Türkiye’nin Suriye Stratejisi: Değişim Zamanı mı?
Altunışık, M. B. (2021). Turkey’s new regional activism in the Middle East. Third World Quarterly, 42(4).
Anadolu Ajansı. (2025). Türkiye-İsrail İstihbarat İşbirliği Tartışmaları.
Ayoob, M. (2019). The many faces of political Islam. University of Michigan Press.
Brookings Institution. (2022). Fragmentation risks in Iran’s ethnic periphery.
Duran, B. (2022). Yeni Osmanlıcılıktan stratejik yalnızlığa: Türkiye’nin Ortadoğu politikası. Dış Politika Enstitüsü.
Ehteshami, A., & Zweiri, M. (2018). Iran and the rise of its neoconservative elite. I.B. Tauris.
Foreign Policy. (2023). U.S. options in a post-Raisi Iran.
Gerges, F. A. (2016). ISIS: A history. Princeton University Press.
Haaretz. (2024). Israel’s espionage web in the Gulf States.
Human Rights Watch. (2022). Crackdowns and consequences in post-Raisi Iran.
Hürriyet. (2025). Sadabat Paktı yeniden mi gündemde?
International Crisis Group. (2024). What next in Iran’s power vacuum?
JINSA (Jewish Institute for National Security of America). (2022). Strategic challenges in the Eastern Mediterranean.
Kardaş, Ş. (2022). Post-Kemalist strategic culture and Turkey’s activist foreign policy. SETA Policy Brief.
Lynch, M. (2020). The new Arab wars: Anarchy and uprising in the Middle East. PublicAffairs.
Middle East Eye. (2024). Iran’s chaos and Turkish border towns.
National Iranian American Council (NIAC). (2023). Mahsa Amini protests and the reformist dilemma.
Öniş, Z., & Yılmaz, Ş. (2016). Turkey and the West: Fault lines in a troubled alliance. International Affairs, 92(4).
Parsi, T. (2017). Losing an enemy: Obama, Iran, and the triumph of diplomacy. Yale University Press.
RAND Corporation. (2024). Post-revolutionary scenarios in Iran.
SETA Vakfı. (2024). İran-Türkiye sınır güvenliği: Yeni riskler, yeni stratejiler.
Slavin, B. (2023). Iran’s proxy warfare and its strategic outcomes. Atlantic Council Report.
Tehran Times. (2024). Top commander assassinated in Tehran drone strike.
The Atlantic. (2023). Can the U.S. restrain Israel?
The Washington Institute. (2024). Iraq, Iran, and the future of the Kurdish question.
TÜBİTAK. (2023). Türkiye’nin demografik dönüşümünde göçmen etkileri.
United Nations OCHA. (2024). Refugee risk in Eastern Türkiye: Projections and contingency plans.
Walt, S. M., & Mearsheimer, J. J. (2007). The Israel lobby and U.S. foreign policy. Farrar, Straus and Giroux.