Fatih Kızıltaş : Doğu Akdeniz Küresel Kapitalizme ve Sermaye Döngüsüne Açılırken

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
13 Dk. Okuma
13 Dk. Okuma

Suriye, Lübnan, İsrail ile Mısır, Ürdün ve Türkiye’nin Akdeniz havzasını kapsayan Levant; yakın doğu bereketli hilal bölgesi son 1 yıldır tarihsel bir karmaşa içerisinde. Bu karmaşa hâlinin doğru bir şekilde tanımlanması için aşağıdaki tespitlerin yapılması gerekmektedir.

Son 1 yıl içerisinde Suriye’de Esad rejimi ani bir H.T.Ş. baskını ve buna yerel ölçekte eşlik eden S.M.O. takviyesi güçlerin stratejik milis hareketi ile sona ermiştir. Esad’ın diktatör olarak adlandırılması siyaset bilimi ve hukuk açısından mümkün görünmekle birlikte, bütün yakın ve orta doğu ülkelerinin hemen hemen benzer mutlakiyetçi ve despotik rejimlerle yönetildiği de dün olduğu gibi bugün de gerçektir.

Esad rejimini uzun yıllar boyu ayakta tutan sadece Tartus ve Lazkiye bölgesi Arap Alevilerinin (sanılanın aksine tamamının falan değil, belirli bir kısmının) yoğun sempatik desteği ile açıklanamaz. Esad aynı zamanda Halep ve Şam bölgesi ticari ağını belirli bir rant sistemine dayanarak denetiminde tutmaktaydı. Halep’in gelişmiş semtleri hem Rus askeri desteğiyle hem de bu ticari/ekonomik çıkar ağının o dönem için canlı bir menfaat ilişkisine dayanıyor olması nedeniyle Baas rejiminin elinde kalmıştır. Aynı zamanda Deyrizor ve Rakka bölgesi Arap aşiretleri de Esad rejimine taktiksel destek sunduğu unutulmamalıdır. Nihayet buna Dürzilerin bir kısmının askeri ve kültürel çıkar eksenli destekleri de eklenmelidir. Peki ne oldu da rejimin devrilmesine giden sürecin önü açıldı? Burada, Hamas’ın son gelişmeler dahilinde artık ne için başlattığı belli olmayan taarruzun, Lübnan ve İran’a İsrail müdahalesini tetiklediği görülmektedir. Rusya’nın Ukrayna’da askeri bir çıkmaza girmesi de Suriye’de dengelerin değişmesinde şüphesiz etkili olmuştur.

H.T.Ş.’nin zaten uluslararası desteği İran’ın milis güçlerinin varlığıyla sınırlı kalmış ve 10 yıla yakın süredir içeride idari ve ekonomik anlamda yaratıcı/dönüştürücü hamle yapmak konusunda aciz konumda kalmış rejimi S.M.O.’nun, Arap aşiretlerinin ve Dürzilerin farklı beklentiler üzerinden şekillenen taktik desteğiyle ve elbette ki farklı ülkelerin dış desteği ile, devirmesiyle yeni bir süreç başlamış oldu. Bu yeni süreçte, Suriye’deki dinamiklerle ülkemizdeki ikinci açılım sürecinin de birbirine paralel olarak işlemesi dikkat çekicidir. Bu açıdan Thomas Barrack’ın olağanüstü hâl valisi olarak bölgesel yetkilerle donatılmış bir şekilde atanması da 19. Yüzyıl Osmanlısında uluslararası konsorsiyumların, ülkenin idari yapılanmasına diplomatik temelli müdahalesini hatırlatmak bakımından da manidardır. Bugün Suriye’de olan bitenin son 1 yıllık serencamı güç ilişkileri açısından yukarıda özetlenmiştir. Yeni denklem ise aşağıdaki gibi ele alınmalıdır;

SDG/YPG’nin elinde tuttuğu toprakların stratejik konumu ve pazarlık gücü. Burada doğal gaz ve petrol rezervlerinin yoğun olduğu Deyrizor kentinin ekonomik politik açıdan taşıdığı rantsal değer küresel kapitalizm açısından dikkat çekicidir. Aynı zamanda da Deyrizor’un Irak’ın büyük kentleriyle ticari ilişkinin kurulduğu ticari hat üzerinde olduğu unutulmamalıdır. Tarihsel olarak Osmanlı’daki Zor vilayeti günümüz Suudi Arabistan ve Ürdün Arap aşiretlerinin iskân edildiği bir merkez ve hinterlandı içeriyordu. Ayrıca belirli sayıda Türkmen ve Yörük de Anadolu’dan Deyrizor’a hem iskân hem de sürgün edilmişti. Günümüzde Deyrizor’daki Arap aşiretleri kendi içlerinde konfederatif bir yapıya sahip olmakla birlikte, SDG/YPG ile çatışmalı bir ilişkiye sahiptir. Burada ekonomik maddi çıkarların aşiret politikalarındaki etkisi yadsınmamalıdır. Ancak Deyrizor kentinin Osmanlı döneminde de Arap milliyetçiliğinin merkezi olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Arap milliyetçiliğinin tarihi Arap konar göçer toplumlarının rant ve çıkar eksenli ama aynı zamanda da İbn Halduncu asabiye ile ilgili kenetlenmiş kültürel pozisyonlarıyla da ilişkilidir. Rakka bu açıdan Deyrizor kentinin demografik özelliklerine yakın bir kültürel örüntüye sahip olmakla birlikte, aynı zamanda da Osmanlı döneminde Urfa’nın devamı bir ticari merkez görünümüne de sahipti. Rakka’daki Türk nüfus ve aşiret örgütlenmeleri zamanla Araplaşmıştır. Öte yandan Rakka da Deyrizor gibi Arap milliyetçiliğinin örgütlendiği bir yapısal özellik teşkil eder. Klasik çöl şiddeti sosyolojik paradigması ile Işid’in terörist özellikleri arasındaki bağ; Rakka ve Deyrizor’daki eski Işid varlığını hatırlatmak bakımından önem taşımaktadır. Bu açıdan Haseke kentine bir parantez açılması gerekmektedir. Öte yandan bu iki kentte ve genel olarak H.T.Ş. militanları arasında Saddamcılığın bir kült olarak ortaya çıktığı da görülmektedir. Haseke kenti kentli dinselliğin Nakşi tezahürü ile ilişkilidir. Bu açıdan Cizre tarikat sistemleri ile Haseke arasında bir bağın olduğu gerçeği göz ardı edilemez. Haseke 2011 öncesi aynı zamanda da Mardin geleneksel Turabdin bölgesi Süryaniliği ile akraba bir Süryani nüfusa ve özerk bir Ermeni Kilisesi ve nüfusuna sahipti. Kent’in bu açıdan Mardin’in devamı niteliğinde olarak görülmektedir. Öte yandan Haseke “Hasiçi” olarak anılmakla birlikte; Diyarbakır, Mardin, Kerkük ve Süleymaniye’de mevcut Türk beylik yapısıyla ilişkili bir yerel idari sisteme sahipti. Buna Urfa ve Mardin’deki Türkmen aşiretlerinin nüfusu da eklemlenmelidir. Suiye Türklerinin Lazkiye ve Tartus hattında Mersin ve Adana yerleşik kültürünün devamı olarak, Halep’te Antep, Elazığ ve Osmaniye kentli ve göçebe kültürlerinin devamı olarak, tarihsel olarak Şam’da Hama ve Humus’ta ise yerel Osmanlı – Türk elitleri ve bunların aşiret reayası şeklinde bir demografik yayılım arz ettikleri görülmekle birlikte, bugün ne yazık ki Suriye Türklerinin kendi dil ve kültürel hakları bakımından güçlü bir konumda olduklarının ifade edilmesi pek güçtür.

SDG/YPG meselesine dönülecek olunur ise; Kürt milliyetçiliği ve Apoculuğun, baba Esad’ın da tanıdığı alan nedeniyle; Afrin, Kamışlı ve Aynül Arap’ta örgütlendiği görülmektedir. Savaş sonrasında ise Haseke’de yayılım imkânı bulduğu görülmektedir. İlkin değerlendirilecek olunur ise; Aynül Arap esasen az nüfuslu bir göçebe konak yeri olup bölgedeki ilgili yabancı tren şirketinin Kürtçe isimlendirilmesi ile birlikte, Kürtçü algının yaratmaya çalıştığı mitos üzerinden “Kobani” ismini almıştır. Bu bölge de ssasen tarihsel olarak Suruç arazisinin devamı görünümündedir. Afrin daha da çok yerleşik Kürt nüfus ile göze batmaktayken, Kamışlı ise Cizre’nin devamında önemli bir yerleşimdir. Kamışlı’da Kürt aşiretlerinin daha erken tarihlerde yerleşik hale geldikleri ve kentli kültürel bir örüntü oluşturdukları görülmektedir. İşte bu üç kasaba tarihsel ve politik Apoculuğun kümelendiği bölgelerdir. Küresel kapitalizmin SDG/YPG’ye biçtiği role gelince; bunun her şeyden önce bir tür nakliyecilik şeklinde belirdiği açıktır. Bu nakliyecilik rolü esasen Irak ve Suriye yer altı kaynaklarının ve diğer ticari ürünlerin Lazkiye üzerinden Doğu Akdeniz’e açılması anlamı taşımaktaydı. Ancak Rusya ve Türkiye işbirliği ile birlikte İdlip’te H.T.Ş. yapılanmasının önünün açılması ve Afrin operasyonları ile SDG/YPG’nin Doğu Akdenize açılma planları suya düştü. Geçen yıl Halep’e sızmaya çalışan örgütün bu planları da engellenmiştir. Tüm bu süreç SDG/YPG’nin pazarlık payının ve pazarlık kudretinin son derece zayıf olduğunu göstermektedir.

  1. Örgüt elinde tuttuğu bölgelerde demografik bir güce sahip değildir.
  2. Örgütün askeri yapılanmasında paralı asker v.s sayısı fazladır. Bu grubu Arap aşiret mensupları ile genel olarak işsizler vs. oluşturmaktadır.
  3. Örgütün elinde tuttuğu bölgedeki ekonomik ve ticari rantı doğrudan Akdeniz’e ve İsrail’e ulaştıracak bir lojistik, askeri gücü yoktur.
  4. Örgütün doğrudan Irak Bölgesel yönetimiyle iş birliği yapmasının imkânı da yoktur. Kaldı ki böyle bir imkân olsa bile, Barzani’nin elinde tuttuğu bölgenin ekonomik olarak Türkiye tarafından kontrol edildiği açıktır. Buna Barzani ve Apo çelişkisinin siyasi boyutu da eklenmelidir.

Tüm bunlar örgütün Şara ile pazarlık kapasitesini düşürmektedir. Şara ve H.T.Ş.’ye gelindiğinde; Halep Türkiye ve Doğu Akdeniz ticareti bakımından son derece önem taşıyan bir kenttir. Burada Halep’te Türkiye’nin komuta düzeyinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Bu bir iç karışıklık halinde Halep’in fiili bir sınır olarak belirdiğini göstermektedir.

Şam otoyolu küresel kapitalizm açısından önem taşımaktadır. Bu yol ile birlikte Lazkiye, Hama ve Humusun tarım ürünleri, Halep’in sanayii ürünleri, Türkiye ve Avrupa’dan gelen çok çeşitli ürünler; Ürdün, Suudi Arabistan, B.A.E. ve Katar’a dağılmaktaydı. Bu yolun tekrar açılması ve yüksek hızlı tren sistemine entegre edilmesi ile birlikte ticari ve lojistik sermayenin bölgede yayılım göstereceği açıktır. Bu yolun açılması ise bölgede çatışmasızlığın varlığını ön gerektirmektedir. Bu ise H.T.Ş. ile Y.P.G./S.D.G arasındaki işbirliğine dayanmaktadır. Bu iş birliği ile Dürzi Süveyda ve Kuneytra’da fiili kontrole sahip konuma gelmiş İsrail’in de Şam üzerindeki menfaatleri teminat altına alınmış olunacaktır.  Dürziler bahsinde özellikle Lübnan Dürzilerinin I. Dünya Savaşı dönemimde Cemal Paşa ile aralarının iyi olduğu unutulmamalıdır. Şekip Arslan ve Hüseyin Hamade gibi Lübnan’lı Dürzi aydınların entelektüel desteği ve Lübnan Dürzilerinin Kanal Harekatına sınır ve gönüllü desteği tarihsel bir realitedir. Günümüzde de Lübnanlı Dürzi lider  Velit Canpolat’ın Türkiye ziyaretleri boşuna değildir. Bu ise Suriye’de bir Türkiye İsrail çatışmasından çok, Türkiye ve İsrail anlaşmasının var olacağını göstermektedir. PKK’nın silahsızlanması, YPG/SDG’nin Suriye’de idari, hukuki, askeri ve ekonomik entegrasyonu ile birlikte Gazze’de Hamas’ın da silahsızlanması süreçleri birlikte okunmalıdır. Bu durumda; Gazze, Beyrut ve Trabluşşsam hattının Lazkiye’ye kadar Malta ve/veya Rodos, Kıbrıs tipi bir illegal “Riviera”ya dönüştürülmesi planlanmaktadır. Gazze’de çok uluslu bir konsorsiyumun B.M. garantörlüğünde idari bir varlığa sahip olacağı tahmini yürütülebilir. İsrail ve Türkiye arasında bir çatışma riski son derece düşüktür. Burada, özellikle Gazze ve Suriye’de rantın ekonomik ve politik dağıtım ve paylaşımı konusunda İsrail’in benimseyeceği irrasyonel tutumun süreç önünde bir engel olarak belireceği tahmininde bulunmakla yetinilmelidir.

Öte yandan Filistin meselesinde Türkiye, Pakistan, Mısır ve Katar askerlerinden oluşacak bir askeri yapının ne türden bir işleve sahip olacağı net değildir. Lübnan’daki B.M. barış gücünün ise İsrail işgali karşısında hiçbir işleve sahip olmadığı görülmektedir. Bu hattın Lazkiye ve Tartus’ta Rus varlığı ticari nitelikte dönüşerek devam edecektir. Aynı zamanda da Lazkiye ve Tartus hattında Fransa ve Almanya’nıın kültürel düzeyde ve aynı zamanda da ekonomik düzeyde belirli tekellere sahip olacağı gerçeği o bölgenin demografik ve coğrafi özellikleri düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Bu durumda, Gazze ve Batı Şeria arasında oluşacak bir koridorla Şam ve Mısır arasındaki ticaretin de canlanacağı görülmektedir. Bu durumda Türkiye ve İsrail’in Suriye, Filistin ve Lübnan’da geçiş sürecini birlikte yönettiği tespitinin yapılması gerekmektedir. Mısır’ın ve Katarı’ın rolü de burada dışlanamaz. İsrail’in asimetrik askeri, politik ve diplomatik manevralarının ne kadar daha süre devam edeceği bilinmemekle birlikte, bölgenin A.B.D. çıkarları doğrultusunda yeniden tasarımlandığı, İsrail’in de Türkiye ile “gerçekçi” bir anlaşma yolunda olduğu açıktır. Bu açıdan Suriye’de B.A.E. tipinde; İslam hukukunu esas alan ancak yabancıların ve Müslüman olmayan unsurların da ticari faaliyette bulunmalarının önünü açacak kapitalist – seküler unsurlar barındıran bir “karma” nitelikli idari ve hukuki sisteme sahip olacağı gerçekçi bir ihtimal olarak belirmektedir.  Yarı sömürge son dönem Osmanlısını ve Mısır Hıdivliği hukuk sistemini nitelemek için kullanılan “Judiciaires Mixtes”, “Tribinaux Mixtes” olarak adlandırılan bu karma hukuk sistemi, Suriye’de de çok uluslu şirketlerin yatırım imkanlarını düzenlemek için kullanılacak gibi durmaktadır. Bu sistemin, kendisini Müslüman olarak temsil ve takdim eden ancak bazı Sünni ve Şii alimlerce o şekilde görülmeyen “Arap Alevilere/Nusayrilere” ve “Dürzilere”, “Hristiyan Gruplara” ve nihayet laik sekülerlere ne gibi hak ve statüler tanıyacağı meselesi de politik gerilimin yoğunluğunu ve çatışma riskini belirleyecektir.

Bunun ne ölçekte federatif ne ölçekte güçlendirilmiş yerel nitelik arz edece şekilde olacağı hususunu ise şüphesiz İsrail lobisinin askeri ve diplomatik etkinliğinin A.B.D.’deki etkinliği belirleyecektir. Bu açıdan Türkiye’nin Suriye’de garantörlüğünü Suriye’deki dinsel ve mezhepsel azınlıkların yaşamsal haklarını teminat altına alarak askeri ve kolluk görevi üzerinden pekiştirmesi elzemdir. Bölgesel güç niteliğindeki ülkelerin kendi bölgesel arka planlarında farklı yapılarla iş birliği yapmaları onların kapasitelerinin çeşitliğinden ileri gelmektedir.

Fatih A. Kızıltaş

İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Doktora Programı Öğrencisi

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir