Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN
- Giriş
Hindistan ile İsrail arasında son yıllarda hızla derinleşen stratejik ortaklık, Asya ve Orta Doğu’da güç dengelerini değiştirebilecek kritik bir gelişme olarak karşımıza çıktı. Özellikle 23 Temmuz 2025’te Yeni Delhi’de imzalanan kapsamlı güvenlik ve askeri iş birliği anlaşması, iki ülke ilişkilerinde yeni bir döneme işaret etmektedir. Bu anlaşmayla birlikte askeri ortaklık, basit silah alım-satımının ötesine geçerek yüksek teknoloji transferi, istihbarat paylaşımı, yapay zekâ ve siber güvenlik gibi çağdaş savunma alanlarına yayılmış durumda. Ortak savunma sanayii üretimi ve Ar-Ge projeleri kurumsal bir çerçeveye oturuyor. Böylece Hindistan ve İsrail, ittifaklarını kalıcı ve çok boyutlu hale getirerek küresel jeopolitik düzlemde yeni bir hamle yapmış oluyor.
Bu yakınlaşmanın önemi sadece ikili ilişkilerle sınırlı değildir. Küresel ve bölgesel yansımaları ve IMEC koridorunun ülkelerin jeopolitik tercihlerine etkisiyle dikkat çekiyor. İttifak, Asya’da ABD öncülüğünde şekillenen Hint-Pasifik stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. Hindistan, İsrail ile yakınlaşarak hem askeri teknolojisini çağdaşlaştırıyor hem de Pakistan ve Çin’e karşı caydırıcılık kapasitesini artırıyor. İsrail ise Hindistan sayesinde Asya’da yeni bir stratejik derinlik kazanıyor. Gazze Soykırımı sonrası Batı’da azalan diplomatik desteğini, dünyanın en kalabalık demokrasi rejimiyle kurduğu ortaklıkla dengelemeye çalışıyor. Hindistan, İsrail’e dev bir pazar ve Hint Okyanusu’nda nüfuz alanı sunarken; İsrail de Hindistan’a en ileri savunma sistemlerine doğrudan erişim ve uluslararası arenada siyasi destek sağlıyor. Kısacası bu ittifak, iki ülkenin karşılıklı çıkarlarını senkronize eden kalıcı bir blok haline geliyor.
- İdeolojik Uyum ve “İslamofobi Ekseni”
Hindistan-İsrail ittifakını pekiştiren unsurlardan biri de iki ülkenin mevcut siyasi önderlerinin ideolojik uyumudur. Her iki ülke de aşırı sağ, milliyetçi, muhafazakâr ve olağanüstü sert güvenlik politikalarıyla öne çıkan hükümetlerce yönetiliyor. Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Hindutva ideolojisi (Hindu milliyetçiliği), ülkedeki Müslüman azınlığa ve özellikle Pakistan’a karşı sert tutumlar benimserken; İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu da Ortadoğu’daki Müslüman ülkelere karşı agresif politikaları ve Yahudi ulus devlet vurgusuyla tanınıyor. Bu ideolojik paralellik, ittifakın zeminine adeta bir “İslamofobi ekseni” yerleştiriyor. Her iki lider de kendi çevrelerinde İslam’ı ve Müslüman aktörleri başlıca tehdit olarak sunuyor. Bu ortak söylem, iş birliğinin kamuoyuna meşrulaştırılmasını kolaylaştırıyor. Son yıllarda Hindistan’da artan İslam karşıtı söylemler ile İsrail’in Filistin’deki sert uygulamaları, uluslararası gözlemciler tarafından faşizan ve ırkçı bir eksenin yükselişi şeklinde yorumlanıyor. Nitekim bazı stratejistler, Modi-Netanyahu ortaklığını tarihsel bir benzetmeyle Hitler-Mussolini ittifakının modern bir versiyonuna dahi benzeterek, iki liderin otoriter ve yayılmacı vizyonuna dikkat çekmektedir. İdeolojik yakınlık, askeri anlaşmaları kolaylaştıran ve derinleştiren bir katalizör işlevi görüyor.
- Teknoloji ve Güvenlik Alanlarında Ortaklık
Hindistan-İsrail stratejik ittifakı, savunma ve güvenlik iş birliğinde geniş bir yelpazeye yayılmış durumdadır. İki ülkenin halihazırda güçlü olan savunma ticareti, son anlaşmayla birlikte ortak üretim ve Ar-Ge boyutuna taşındı. Hindistan, İsrail’den gelişmiş insansız hava araçları (İHA/SİHA), hava savunma sistemleri, füze teknolojileri ve siber savunma ekipmanları tedarik ederken; İsrail de Hindistan’ın devasa savunma pazarına erişim sağlıyor ve Hint firmalarıyla ortak projelere giriyor. Yapay zekâ ve ortak siber güvenlik çalışmaları, modern savaş hazırlıklarında iki ülkenin birlikte hareket etmesini mümkün kılıyor. İstihbarat paylaşımı da derinleşmiş durumda: Özellikle terörle mücadele, radikal örgütlerin takibi ve bölgesel tehdit değerlendirmelerinde Hint ve İsrail istihbarat birimleri yakın koordinasyon kuruyor.
Bu teknolojik ve askeri ortaklık sayesinde Hindistan, ordusunun modernizasyonunda büyük bir sıçrama elde ediyor. İsrail yapımı radarlar, elektronik harp sistemleri ve akıllı mühimmatlar Hint ordusunun kapasitesini artırırken, ortak tatbikatlar yoluyla iki ülkenin kuvvetleri arasındaki uyum pekişiyor. İsrail de bu iş birliği sayesinde Asya-Pasifik’teki varlığını dolaylı olarak güçlendiriyor: Hint donanması ile temasları sayesinde Hint Okyanusu’nda söz sahibi olabiliyor ve Çin’e karşı oluşan cephede yer alıyor. Ayrıca İsrail’in, ABD ve Avrupa’da Gazze operasyonları sonrasında gördüğü eleştiriler düşünüldüğünde, Hindistan gibi büyük bir ülkenin desteği İsrail’e meşruiyet ve nefes alanı sağlıyor. Sonuç olarak, teknoloji ve güvenlik boyutundaki bu yakınlaşma hem saha operasyonlarına yansıyabilecek somut bir güç çarpanı yaratmakta, hem de jeopolitik ittifak ağlarında iki ülkeyi birbirine kenetlemektedir.
- Pakistan’a Karşı Geliştirilen Caydırıcı Stratejiler
Bu stratejik ittifakın en belirgin hedeflerinden biri, Pakistan’a karşı üstünlük sağlamak ve onu çevrelemek şeklinde özetlenebilir. Hindistan açısından bakıldığında Pakistan, tarihsel düşman ve nükleer silaha sahip tek komşu olarak birincil tehdittir. İsrail için ise Pakistan, İslam dünyasındaki tek nükleer güç olması ve gerektiğinde Filistin davasına askeri-siyasi destek verebilme potansiyeliyle, dolaylı da olsa stratejik bir meydan okumadır. Dolayısıyla Yeni Delhi-Tel Aviv hattı, ortak rakip olarak gördükleri Pakistan’ı zayıflatmaya yönelik adımları önceliklendiriyor.
Analizlere göre Hindistan-İsrail iş birliği, Pakistan’ın nükleer caydırıcılığını etkisiz kılma hedefi etrafında şekilleniyor. Bu hedef, kısa vadede Pakistan’ı diplomatik ve askeri olarak izole etmeyi, uzun vadede ise Pakistan’ın nükleer cephaneliğini ortadan kaldırmayı içeren kapsamlı bir senaryo gibi görülüyor. Hindistan, İsrail’in teknolojik desteğiyle Pakistan’a karşı füze savunma sistemlerini ve istihbarat kapasitesini güçlendiriyor; İsrail ise Pakistan’ın özellikle İran ve Türkiye gibi ülkelerle savunma işbirliğini engellemeye çalışıyor. Son imzalanan anlaşmanın satır aralarında, terörle mücadele adı altında Pakistan’ı hedef alan istihbarat operasyonlarının koordinasyonu da bulunuyor. Bu da iki ülkenin Pakistan içindeki gelişmeleri daha yakından ve birlikte takip edeceğini gösteriyor.
Öte yandan, Hindistan-İsrail ittifakının Pakistan konusunda çok daha agresif bir plan güttüğünü işaret eden hususlar bulunmaktadır. Bu minvalde nihai amaç, Pakistan’ı yalnızca dengelemek değil, onu parçalayarak etkisiz hale getirmektir. Bu çerçevede Pakistan’ın en zayıf halkası olarak görülen Belucistan bölgesi ön plana çıkıyor. Pakistan’ın yüzölçümünün neredeyse yarısını kaplayan fakat nüfusça küçük ve merkezi yönetime karşı ayrılıkçı hareketlerin uzun süredir devam ettiği Belucistan, dış müdahaleye açık bir cephe olarak değerlendiriliyor. Hindistan ve İsrail’in (hatta örtük olarak ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin) Belucistan’daki etnik ayrılıkçı unsurları destekleyerek Pakistan’ı içerden çökertme stratejisi üzerinde durduğu iddia ediliyor. Bu senaryoda, Belucistan’da kışkırtılacak bir ayrılıkçı isyan ve kaos ortamı, Pakistan’ın toprak bütünlüğüne darbe vuracak ilk adım olacaktır. Devamında, insan hakları ihlalleri ve özerklik talepleri uluslararası platformlarda gündeme getirilerek Pakistan’a karşı bir diplomatik baskı kampanyası yürütülebilir. Pakistan merkezi hükümeti zayıfladığında ise, oluşacak istikrarsızlık bahane edilerek daha doğrudan müdahaleler (örneğin ambargo, hava operasyonları veya barış gücü adı altında askeri konuşlanma) gündeme gelebilecektir. Böylesi bir plan, Pakistan’ı nükleer silahlarından arındırmayı ve onu bölgedeki büyük güç denkleminden çıkarmayı hedefleyen radikal bir dönüşüm anlamına gelir.
Pakistan’ın parçalanması senaryosunun arkasında, Hindistan ve İsrail’e ek olarak ABD ve BAE’nin de bulunduğu bir blok tasavvur edilmektedir ve zannımca isabetlidir. Amerika Birleşik Devletleri, Pakistan’ı uzun zamandır güvenilmez bir ortak ve Çin’in bölgesel vekili olarak görüyor. BAE ise kendi bölgesel hırsları ve İran’la rekabeti çerçevesinde, Türkiye ve Katar’la yakın ilişkileri olan Pakistan’ı Körfez statükosuna tehdit olarak algılıyor. Bu çıkar birliği, Hindistan-İsrail ittifakını adeta bir dörtlü koalisyonun parçası haline getirerek Pakistan’a karşı kapsamlı bir cephe yaratıyor. Bu cephede Pakistan’a yönelen eleştiriler ve hamleler, bir yandan İslam dünyasının tek nükleer gücünü etkisizleştirmeyi, diğer yandan da Çin’in Kuşak-Yol projesine darbe vurmayı ve nihayetinde “Indian-Middle East Corridor” hattını rakipsiz bir Yeni Baharat Yolu haline getirmeyiamaçlıyor.
Nitekim Pakistan’ı hedef alan bu stratejinin bir alt aşaması olarak, İran’ın da devre dışı bırakılması planlanabilir. İttifak, Pakistan’a varmadan önce İran’ı da zayıflatıp etkisiz hale getirmek isteyebilir. İsrail ve BAE’nin İran’a düşmanlığı bilinirken, Hindistan da son dönemde İran’dan uzaklaşıp İsrail-Körfez eksenine yakınlaşmaktadır. Dolayısıyla Pakistan öncesinde “İran’ı Iraklaştırma” (yani tıpkı Irak gibi iç karışıklık ve dış müdahalelerle bölgesel güç olmaktan çıkarma) senaryosu gündeme gelebilir. Böylece Pakistan’ı savunabilecek veya ona destek olabilecek bir İran da saf dışı bırakılarak, İslamabad tamamen yalnızlaştırılacaktır.
- Çin Faktörü ve Küresel Güç Dengesi
Hindistan-İsrail ittifakının bir diğer hedefi ve etki alanı, Çin’in yükselişini dengelemek veya yavaşlatmak şeklinde ortaya çıkıyor. Hindistan, ABD ile hareket ederek Çin’in Asya’daki nüfuzunu sınırlamaya çalışırken; İsrail de bu denklemde kendine bir yer buluyor. Çin ile Hindistan’ın sınır anlaşmazlıkları ve güç rekabeti düşünüldüğünde, İsrail’in Hindistan’a verdiği ileri teknoloji desteği Pekin’e karşı dolaylı bir hamle olarak değerlendirilebilir. Özellikle Pakistan üzerinden Çin’i Hint Okyanusu’ndan ve Orta Doğu enerji koridorlarından sıkıştırma planı, bu ittifakın Çin’e yönelik stratejisinin merkezinde yer alıyor.
Çin açısından bakıldığında Pakistan, hayati bir müttefik ve stratejik geçit konumundadır. Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC) ve Gwadar Limanı, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi’nin kilit bileşenleridir. Pakistan’ın istikrarsızlaştırılması veya parçalanması, Çin’in Hint Okyanusu’na açılan kapısının kapanması anlamına gelir. Bu nedenle Pekin, Hindistan-İsrail ekseninin Pakistan’a yönelik agresif hamlelerini kendi çıkarlarına yönelik kırmızı çizgi olarak tanımlamaktadır. Belucistan’da ayrılıkçı hareketlere dış destek verilmesi ya da Gwadar ve benzeri projelere sabotaj yapılması, Çin tarafından doğrudan kendisine yapılmış bir saldırı gibi algılanacaktır.
Böylesi bir durumda Çin’in tepkisi sert olabilir. Pekin, ittifakın Pakistan’a karşı hibrit savaş taktiklerine girişmesi halinde güçlü diplomatik uyarılar yapıp Pakistan’a açık askeri yardımı devreye sokabilir. Krizin derinleşmesi ve doğrudan Pakistan’a yönelik bir askerî müdahale girişimi olursa, Çin’in bölgeye askerî danışmanlar yollaması, istihbarat desteği vermesi veya Birleşmiş Milletler üzerinden girişimlerde bulunması beklenebilir. Hatta Çin, çıkarlarına büyük darbe indirecek senaryolarda askerî olarak bizzat angaje olmayı göze alabilir ki bu, ABD ile doğrudan bir karşı karşıya gelme riskini taşıyor. Öte yandan Çin de doğrudan çatışmadan kaçınmak için öncelikle vekiller üzerinden mücadeleyi tercih edecektir: Siber saldırılar, ekonomik yaptırımlar veya bölgedeki müttefikleri vasıtasıyla karşı hamleler gündeme gelebilir. Ancak Pakistan’ın bölünmesi ya da nükleer caydırıcılığının elinden alınması gibi “varoluşsal” bir tehdit durumunda, Çin’in pasif kalması beklenmez. Aksine, bu durumda Pekin’in çok daha aktif biçimde devreye girerek Güney Asya’daki çatışmayı daha geniş bir güç mücadelesine dönüştürmesi olasıdır.
Böyle bir güç mücadelesi, küresel dengeleri sarsabilecek bir domino etkisi yaratacaktır. Pakistan’ın hedef alınması, yalnızca Güney Asya’nın değil Avrasya’nın genelinin jeopolitik mimarisini etkileyecektir. Rusya da bu resimde önemli bir aktördür: Moskova, Hindistan’la geleneksel dostluğunu sürdürse bile, Batı-İsrail-Hindistan ekseninin bölgede tek taraflı bir dayatmaya girişmesinden rahatsız olacaktır. Ayrıca Rusya, Çin ile stratejik ortaklığı gereği Pakistan’ın bütünlüğünün korunmasına dolaylı destek verebilir. İran ise böyle bir senaryoda (rejim değişikliği olmadığı ihtimalde) tamamen karşı cephede yer alır; Pakistan’ın düşmesini kendi güvenliği için tehdit olarak görüp Çin ve muhtemelen Türkiye ile aynı safta durur. Sonuçta Hindistan-İsrail ittifakının agresif adımları, büyük güçleri karşı karşıya getirebilecek, yeni bloklaşmaları tetikleyebilecek tehlikeli bir eşiği temsil ediyor. Dünyanın bu yeni kutuplaşma döneminde, Güney Asya’daki bir kıvılcımın çok daha geniş bir yangını tetikleme riski bulunuyor.
- Türkiye Açısından Çatışma Noktaları ve Tehdit Algısı
Hindistan-İsrail stratejik yakınlaşmasının Türkiye’ye yansımaları da dikkate değer bir konu başlığıdır. Ankara, coğrafi olarak bu ittifakın uzağında görünse de ortaya çıkan yeni jeopolitik dengede Türkiye’nin bazı çıkarları ve politikaları dolaylı olarak hedef haline gelebilir. Son dönemde İsrail ve Hindistan cephesinden gelen bazı işaretler, Türkiye’ye karşı dolaylı bir cephe genişlemesi ihtimaline işaret ediyor.
Öncelikle İsrail cephesinden bakıldığında, Türkiye uzun zamandır İsrail’in bölgesel politikalarına meydan okuyan bir aktör konumundadır. Ankara’nın Filistin meselesindeki aktif tutumu, Gazze ve Kudüs konularındaki sert eleştirileri ve Doğu Akdeniz’deki enerji denkleminde İsrail’le yaşadığı anlaşmazlıklar, Tel Aviv yönetimini rahatsız ediyor. Nitekim İsrail son yıllarda Türkiye’yi yalnızca siyasi bir rakip değil, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarına ve bölgesel nüfuzuna yönelik bir tehdit olarak tanımlamaya başladı. İsrail basınında ve istihbarat çevrelerinde, Türkiye’ye karşı yeni askeri ve siber hazırlıkların yapıldığına dair sızıntı bilgiler dolaşmaya başladı. Keza ayrıca daha geçen günlerde İsrail basınında Kıbrıs meselesi gündeme getirilerek Türkiye’nin Kıbrıs’taki etkisinin ortadan kaldırılması gerektiği kamuoyuna aşılandı. Ayrıca Modi’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne gelerek sınır hattından Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni dürbünle gözlediği bir fotoğrafın basında yer alması birçok anlam taşımaktadır. Bu gelişmeler, Hindistan’la derinleşen iş birliği bağlamında değerlendirildiğinde Ankara açısından kaygı vericidir. Çünkü İsrail’in elindeki bu Türkiye karşıtı kozlar, Hindistan ile ortaklık sayesinde daha da güçlenebilir.
Hindistan açısından doğrudan bir Türkiye husumeti tarihi olarak bulunmamakla birlikte, Türkiye-Pakistan yakın ilişkisi ve Ankara’nın İslam dünyasındaki aktif rolü, Hindistan’ı dolaylı olarak rahatsız edebiliyor. Türkiye, Keşmir meselesi başta olmak üzere uluslararası platformlarda Pakistan’ı destekleyen diplomatik hamlelerde bulundu ki bu da Yeni Delhi’de hoşnutsuzluk yaratan bir durum oluşturdu. Hindistan’ın İsrail’le birlikte hareket ederek Türkiye’yi kendi etki alanından uzak tutma veya en azından İsrail’in Türkiye ile mücadelesinde lojistik-teknolojik destek sağlama ihtimali, Ankara’nın dikkatinden kaçmamalıdır. Örneğin Hindistan, İsrail ile ortak askeri teknoloji projeleri çerçevesinde Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne gelişmiş radar sistemleri, elektronik harp cihazları veya insansız hava araçları tedarik ederek Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı oluşan cepheye katkı sunabilir. Nitekim Yunanistan-Fransa-İsrail ekseninde Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi çevreleme amaçlı adımlar atıldığı biliniyor. Hindistan’ın da bu tabloya eklemlenmesi durumunda, Akdeniz’den Hint Okyanusu’na uzanan, Türkiye karşıtı bir güvenlik zincir bloğu ortaya çıkabilir.
Afrika kıtası da Türkiye ile bu yeni eksen arasında dolaylı bir rekabet sahası haline gelebilir. Son yıllarda Türkiye, Afrika’nın özellikle Kuzey Afrika ve Afrika Boynuzu bölgelerinde (Libya, Somali, Sudan vb.) siyasi ve ekonomik nüfuzunu artırdı. Bu durum, BAE ve İsrail gibi aktörlerin çıkarlarıyla çatıştı ve Libya iç savaşı gibi cephelerde karşıt kamplarda yer aldılar. Hindistan, Afrika’da tarihsel olarak etkin bir aktör olmasa da Çin’in Afrika’daki etkisini dengelemek üzere son dönemde adımlar atıyor ve BAE-İsrail ikilisiyle iş birliği potansiyeli bulunuyor. Dolayısıyla Hindistan-İsrail ittifakı, Afrika’da Türkiye’nin nüfuzunu sınırlamaya yönelik girişimlere destek verebilir. Örneğin, Doğu Afrika’da (Ethiopya, Kenya gibi ülkelerde) Hindistan ve İsrail’in artan yatırımları ve güvenlik iş birlikleri, Türkiye’nin Somali ve çevresindeki varlığına karşı bir denge unsuru oluşturabilir. Yine Kızıldeniz ve Aden Körfezi’nde Hint donanmasının varlık göstermesi, Türkiye’nin bu bölgede (örneğin Somali’deki askeri üssü üzerinden) kurmaya çalıştığı etkiyi dengeleyebilir. Bu şekilde bakıldığında Afrika, dolaylı bir rekabet coğrafyası olarak önem kazanıyor.
Orta Asya da bir diğer potansiyel çatışma noktasıdır. Türkiye, Türk dili konuşan Orta Asya cumhuriyetleriyle tarihi ve kültürel bağlarını kurumsallaştırmaya (Türk Devletleri Teşkilatı vb. aracılığıyla) çalışırken, Hindistan bu bölgede Çin ve Pakistan etkisini dengelemek için hamleler yapıyor. Özbekistan, Kazakistan gibi ülkeler hem Türkiye’nin yakın iş birliği geliştirdiği, hem de Hindistan’ın enerji ve pazar açısından önem verdiği ülkelerdir. İsrail de özellikle Azerbaycan ve Kazakistan gibi ülkelere savunma sanayii ürünleri ihraç ederek bölgede bir nüfuz elde etmiş durumdadır. Bu tablo, Orta Asya’da Türkiye’nin çok yönlü dış politikasının, Hindistan-İsrail ekseninin dolaylı rekabetine maruz kalabileceğini gösteriyor. Özellikle Pakistan’ı dışlamak için Hindistan’ın İran üzerinden Orta Asya’ya erişim projeleri (Çabahar Limanı vb.) hız kazanırken, Türkiye’nin Bakü üzerinden Orta Asya’ya açılımı da aynı coğrafyada farklı eksenleri karşı karşıya getirebilir.
Tüm bu gelişmeler sonucunda, Türkiye kendisini çok katmanlı bir baskı ortamında bulabilir. Zaten halihazırda Batı dünyasıyla (ABD-AB-NATO) S-400, F-35 krizi, yaptırımlar ve insan hakları eleştirileri gibi konularda gerilim yaşayan; güneyinde Suriye kaynaklı güvenlik tehditleri ve Doğu Akdeniz’de doğal gaz arama gerilimleriyle uğraşan Ankara için şimdi bir de uzak coğrafyalardan gelen yeni bir tehdit boyutu ortaya çıkıyor. Hindistan-İsrail ittifakının Türkiye’yi doğrudan hedef alması belki kısa vadede beklenmez ancak teknoloji ve istihbarat paylaşımı yoluyla Türkiye aleyhine faaliyetlerde bulunması tamamen olasıdır. Bu da Türkiye’nin savunma planlamasında, daha önce hesapta olmayan bir faktörün hesaba katılması anlamına geliyor. Örneğin, olası siber saldırılar veya elektronik harp operasyonları ile Türkiye’nin kritik altyapılarının (enerji şebekeleri, iletişim ağları, radar sistemleri vb.) hedef alınması riski artıyor. İsrail ve Hindistan’ın ortak geliştireceği sistemlerin, Yunanistan veya başka bir üçüncü ülke üzerinden Türkiye’ye karşı kullanılması senaryosu düşünülebilir. Ayrıca medya ve propaganda alanında, Hindistan ve İsrail menşeli kanallar üzerinden Türkiye’nin dış politikasını hedef alan karalama kampanyaları yürütülmesi de ihtimal dahilinde.
Sonuç olarak, Hindistan-İsrail yakınlaşması Türkiye açısından “uzak ama etkili” bir tehdit modeli ortaya çıkarıyor. Coğrafi mesafeye rağmen, teknolojik ve siber boyutta Türkiye’ye uzanabilen bir baskı mekanizması söz konusudur. Keza daha çok yakın bir tarihte İsrail’in parmağı olduğu düşünülen Fransız donanmasına yapılan siber saldırı sonrasında bu husus daha da kritik bir dönemece giriyor. Bu durum, Türkiye’nin güvenlik stratejilerinde ilk kez doğu ve deniz aşırı bir aktörü de dikkate almasını gerektiriyor. Ankara için risk haritası genişlemiş durumda: Batı’dan ve güneyden gelen baskılara şimdi Hindistan üzerinden Asya kaynaklı bir boyut eklendi. Bu çok yönlü baskı, Türkiye’nin askeri ve sivil savunmasında açıklar oluşturabilir ve beklenmedik anlarda gelebilecek asimetrik saldırılar (örneğin yapılacak siber sabotajlar) ciddi hasarlara yol açabilir. Türkiye’nin Mavi Vatan doktrini ile savunduğu deniz hak ve menfaatleri bile, Hint donanmasının olası Akdeniz varlığı veya İsrail-Hindistan ortak elektronik taarruzlarıyla sınanmaya başlayabilir.
- Türkiye’nin Dengeleme Stratejileri ve Alternatif İttifak Arayışları
Böyle bir tehdit tablosu karşısında Türkiye’nin tamamen edilgen kalması düşünülemez. Ankara, Hindistan-İsrail ittifakının ortaya çıkardığı risklere karşı alternatif dengeleme politikaları geliştirme arayışındadır. Bu bağlamda en doğal stratejik karşı hamle, Pakistan ile ilişkileri her alanda derinleştirmek olacaktır. Nitekim son yıllarda Türkiye-Pakistan ilişkileri askeri eğitimden savunma sanayii projelerine dek birçok alanda ilerleme kaydetmiştir. Türkiye, Pakistan’a MİLGEM korvetleri inşa ediyor, insansız hava araçları (Bayraktar TB2 gibi) satıyor ve ortak tatbikatlar düzenliyor. İki ülke arasındaki “stratejik kardeşlik”, şimdi yeni bir anlam kazanıyor: Karşılıklı tamamlayıcı güç birliği. Ankara ve İslamabad, tehdit değerlendirmelerini senkronize ederek, savunma planlamasında birbirini destekleyecek adımlar atabilir.
Türkiye’nin Pakistan’a sağlayabileceği katkılar arasında, ileri teknolojili konvansiyonel silah sistemleri ve eğitim desteği başı çekiyor. Türk savunma sanayiinin geliştirdiği SİHA’lar, taarruz helikopterleri, akıllı mühimmatlar ve elektronik harp sistemleri Pakistan’a hem Hindistan karşısında hem de genel caydırıcılık açısından önemli avantajlar sağlayabilir. Ayrıca Türk ordusunun MOSSAD ve İsrail’in sürpriz saldırılarına ilişkin deneyimleri ve doktrin paylaşımı, Pakistan ordusunun kapasitesini artıracaktır. Türkiye’nin uluslararası platformlarda Pakistan’ın tezlerine verdiği güçlü diplomatik destek de İslamabad’ın izolasyonunu önlemeye yönelik kritik bir katkıdır.
Öte yandan, Pakistan da Türkiye’ye bazı alanlarda stratejik destek sunabilir. Bunların başında, dolaylı da olsa nükleer teknoloji ve balistik füze alanındaki bilgi birikimi gelir. Pakistan, nükleer silah geliştirme tecrübesine sahip tek İslam ülkesi olarak, Türkiye’nin olası uzun vadeli caydırıcılık planlarında danışmanlık yapabilecek konumdadır. Resmi olarak dillendirilmese de bu alandaki bir bilgi paylaşımı Türkiye için caydırıcılık hesaplarında önemli bir unsur olabilir. Ayrıca Pakistan üzerinden Çin’in askerî ve siber kapasitesine erişim imkânı da Ankara açısından değerlidir. İslamabad yönetimi, Pekin ile yakın müttefik olduğundan, Çin yapımı hava savunma sistemleri, radarlar veya siber savunma teknolojilerinin Türkiye’ye dolaylı transferinde köprü rolü oynayabilir.
Bunun yanında, Pakistan ile ortak savunma projeleri geliştirmek de mümkündür. Örneğin, Pakistan’ın Çin ile ortak ürettiği JF-17 savaş uçağının modernizasyonu ya da yeni nesil insansız sistemlerin müşterek üretimi gibi konular, Türkiye-Pakistan iş birliğini her iki tarafın da çıkarına olacak şekilde derinleştirebilir. İki ülkenin deniz kuvvetleri arasında iş birliği de önem kazanabilir: Pakistan donanmasının Akdeniz’de Türkiye ile ortak tatbikatlara katılması veya Türk Deniz Kuvvetleri’nin Hint Okyanusu’ndaki barış gücü faaliyetlerine Pakistan’la koordineli katılımı, Hint-İsrail eksenine karşı sembolik de olsa gözdağı anlamı taşıyacaktır.
Türkiye, Pakistan’ın yanı sıra diğer bölgesel ortaklarıyla da alternatif bloklar oluşturma yoluna gidebilir. Son yıllarda şekillenen Türkiye-Katar-Pakistan-Malezya ekseni buna örnek teşkil ediyor. Bu ülkeler, Batı’nın ve Hindistan-İsrail ikilisinin baskıladığı veya dışladığı ülkeler konumunda ve kendi aralarında siyasi-askeri dayanışmayı artırmaya çalışıyorlar. Örneğin Türkiye ve Katar, savunma alanında yakın müttefik; Malezya ise İslamofobiye karşı uluslararası duruş sergileyen bir ülke olarak bu blokta yer aldı. Bu eksene Çin faktörünü de eklemek gerekir: Doğrudan resmi bir ittifak olmasa da Türkiye-Pakistan-Çin arasında fiili bir çıkar uyumu mevcut. Üçü de Hindistan-İsrail ittifakının kazanımlarından rahatsız; üçü de Batı’nın tek taraflı müdahaleciliğine karşı çok kutupluluğu savunuyor. Dolayısıyla gerektiğinde bu aktörler arasında gayriresmî bir koordinasyon gelişebilir. Örneğin, BM gibi platformlarda İsrail-Hindistan ekseninin politikalarına karşı ortak tavır almak veya İslam dünyasında birlik mesajı vermek gibi adımlar atılabilir.
Türkiye’nin ayrıca savunma doktrinini ve güvenlik altyapısını yeni tehditlere karşı güncellemesi şart hale geliyor. Hindistan-İsrail ittifakından gelebilecek siber ve elektronik harp tehditlerini savuşturmak için Ankara, kendi siber güvenlik kapasitesini artırmalı, kritik altyapılarını koruma altına almalı ve askeri iletişim ağlarını dış müdahalelere karşı sağlamlaştırmalıdır. Bu kapsamda son dönemde atılan adımlar (yerli anti-siber saldırı yazılımları, uydu haberleşme sistemlerinin geliştirilmesi, vb.) hızlandırılmalıdır. Ayrıca Türkiye, erken uyarı mekanizmalarını güçlendirmeli; örneğin Doğu Akdeniz’de veya yakın coğrafyalarda Hindistan donanmasının faaliyetlerini, ya da elektronik istihbarat paylaşımını anbean takip etmelidir.
Sonuç olarak, Hindistan-İsrail ittifakının ortaya çıkardığı denkleme karşı Türkiye’nin en makul stratejisi, çok katmanlı bir dengeleme politikası olacaktır. Bu politika, bir yandan Pakistan ve benzeri müttefiklerle ortak caydırıcılık mimarisi inşa etmeyi, diğer yandan da kendi başına savunma kapasitesini asimetrik tehditlere karşı tahkim etmeyi içerir. Türkiye ve Pakistan’ın senkronize hareket etmesi durumunda, Hint-İsrail ekseninin bölgesel hesapları boşa çıkarılabilir. İki ülkenin savunma kabiliyetlerinin birleşmesi hem Akdeniz’de hem Hint Okyanusu’nda beklenmedik bir denge unsuru yaratabilir. Bu, ittifakların kompozisyonunu değiştirebilecek, yeni bir güç merkezi oluşturabilecek bir adımdır. Ankara’nın da önünde duran seçenek, klasik Batı ittifak sisteminin ötesine geçerek, kendi güvenliği için yeni ortaklıklar ve önleyici stratejiler geliştirmektir.
- Sonuç
Hindistan ile İsrail arasında gelişen stratejik ittifak, Asya’dan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada güç ilişkilerini etkileyen bir olgu haline gelmiştir. İdeolojik olarak İslam dünyasına mesafeli ve milliyetçi reflekslerle hareket eden iki ülkenin yakınlaşması, bölgede tansiyonu yükselten gelişmelere kapı aralıyor. Bu ittifakın teknoloji ve savunma alanındaki derin iş birliği, özellikle Pakistan ve Çin ekseninde yeni cepheleşmeler yaratmış durumda. Pakistan, kendisini tarihinin en ciddi tehdidiyle karşı karşıya hissederken; Çin, küresel vizyonuna yönelik bir kuşatma girişimi olarak gördüğü bu hamleye karşı tetikte bekliyor. Türkiye için ise Hindistan-İsrail yakınlaşması, mevcut risk haritasına eklenen yeni ve sofistike bir tehdit katmanı anlamına geliyor. Ankara, bir yandan kendi bölgesindeki çıkarlarını korumaya çalışırken, diğer yandan uzak bir ittifakın dolaylı etkilerine karşı hazırlıklı olmak zorundadır.
Son tahlilde, uluslararası sistem yeni blokların ve eksenlerin ortaya çıktığı bir dönüşüm döneminden geçiyor. Hindistan-İsrail ittifakı, bu dönüşümde belirleyici bir halka olarak belirmiştir. Bu ittifakın başarı ya da başarısızlığı, sadece iki ülkenin değil, Asya’nın jeopolitik mimarisinin ve İslam dünyasının geleceğinin şekillenmesinde rol oynayacak. Türkiye gibi bölgesel güçler için ise bu yeni denkleme uyum sağlamak ve ulusal çıkarlarını çok boyutlu tehditlere karşı korumak, çok katmanlı bir beka meselesi haline gelmiştir. Ankara’nın atacağı adımlar, alternatif ortaklıklar kurma becerisi ve proaktif savunma önlemleri, yakın gelecekte hem kendi güvenliğini hem de bölgesel güç dengesini yakından etkileyecektir.
Türklük vazifedir, Türk olmak şeref!
-DMD

