İsrail’in Cephe Genişletme Stratejisi ve Kıbrıs’ı Filistinleştirme Projesi: Türkiye’nin Çok Boyutlu Karşı Hamleleri Hakkında Öneriler

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
40 Dk. Okuma
40 Dk. Okuma

Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN

I. Giriş

Son günlerde Türkiye’nin ABD ile yürüttüğü proaktif diplomasi ve çıkarlar çatışmasını ortak zemine oturtmasıyla Trump’ın Ortadoğu temsilcisi Tom Barrack’ın İsrail’i Lübnan, Gazze ve Suriye’de bir nebze de olsa frenleyebilmesi geleceğe dair ufak bir umut öngörse de İsrail’in Pax Israeleca doktrini ile Doğu Akdeniz, Fırat-Dicle hattına doğru ilerleyen agresif yayılmacı politikasının geleneksel bir vecizesi bulunuyor: İsrail, diplomatik manevraları kalmadığında çatışma potansiyeli içeren yeni cepheleri alevlendirme eğilimi. Bu geleneksel hamle, İsrail’in uluslararası kamuoyunun pasif ve işlevsiz küresel yönetişimini daha da etkisiz ve tıkanık hale getirmeyi amaçlamaktadır. 

HAMAS ve Hizbullah ile yürüttüğü çatışmada diplomatik baskı yediğinde cepheyi Lübnan’a, Lübnan’da sıkıştığında İran’a, İran’da sıkıştığında ise Suriye’nin güneyindeki Dürzi topluluğuna dolaylı kışkırtıcı desteği ile cepheyi genişleterek kamuoyunun gelişmeleri takip etmesini önlüyor. Adeta bir kanser hastalığına dönüşen bu hamle, hızla üreyen cephe genişlemeleriyle İsrail’i zapt edilemez bir terör devletine dönüştürmüş durumdadır. Şimdi Suriye’de de tıkandığı görülen İsrail’in bir sonraki cephe genişletme hamlesinin Kıbrıs olacağı, Ağustos ayının başında Mavi Vatan sınırlarını ihlal eden “Fugro Gauss” gemisinin cüretkar rotasından anlaşılıyor. İtalya-Türkiye-Libya zirvesi sonrasında epeyce tedirgin bir hal alan Yunanistan kamuoyu ve devlet yetkilileri şimdi hiç olmadığı kadar İsrail’e yakın bir pozisyondalar. Ayrıca Mısır’ın İsrail ile yaptığı açıklanan yeni doğalgaz ticaret anlaşması da Türkiye’nin bir an önce Mısır ile proaktif biçimde angajman kurarak kendi bölgesel bloğuna denge getirmesi gerektiğini gösteriyor. 

Kıbrıs’ın güneyinde olağandışı ölçüde artan İsrail nüfuzu ve demografik değişimler içerisinde sadece 3 yılda 4.000 kişilik Yahudi nüfusunun 15.000’e çıkması, GKRY bölgesinde ve özellikle İngiliz askeri üslerine (Limasol, Baf ve Larnaka gibi) yakın bölgelerde İsraillilerin arsa ve mülk satın almalarındaki devasa artış (3-4 kat artış gözlemlendiği söyleniyor 3 yılda), GKRY ana muhalefet partisi başkanının İsrail nüfuzundaki artış konusundaki rahatsızlığını dile getirmesi, öte yandan Yunan halkının İsrailli turistlere ve genel itibariyle İsraillilere karşı olumsuz yaklaşımı, İsrail’in bu turbo-kanser niteliğindeki cephe genişletme ve soykırım suçlamaları karşısında mevcut taktiklerini yürütemeyeceğini açıkça gösterdi. 

Şimdi 7-8 Ağustos’ta İsrail Genelkurmay Başkanı ve Netanyahu’nun Gazze’ye yönelik şaşırtıcı biçimde ilhak karşıtı ve soykırım işlememek için artık sivillere saldırmayacağız gibi açıklamaları bunun artık İsrail tarafından da algılandığını gösteriyor. Şimdi Türkiye’nin yapması gereken esas itibariyle GKRY ana muhalefet partisi liderinin de değindiği gibi Kıbrıs’ta Türk ve Rum halklarının kendileri dışında İngiliz veya İsrail gibi jeostratejik fırsatları dışında insan hakları ve demokrasiyi umursamayan üçüncü taraflara karşı teyakkuzda olmalarını sağlamak, mevcut GKRY hükümetinin ve 50 yılı aşkın süredir ENOSİS hayallerine irrasyonel biçimde devam ettirmeye çalışan güç odaklarına karşı iki devletli çözüm önerisini AB ve Rum halkına aktif bir ikna yöntemi silsilesi ile aktarmak gerekliliği doğmuştur. 

İsrail, bu açıdan Kıbrıs Rum halkından tepki görmesi durumunda provokatif eylemlere başvuracak, MOSSAD ve İngiliz istihbaratı aktif biçimde Türk-Rum çatışmasını doğuracak hamlelerde bulunacaktır. Zira, Dürzi isyanları ve mevcut durumda Lazkiye ve Tartus’ta Hristiyan topluluklarına IŞİD veya Esad yanlısı gruplar aracılığıyla eylemler düzenleterek etnik veya dini ayrılık tezlerini hortlatmaya çalışmaktadırlar. İsrail, şimdi Gazze lehine propagandalar ile Türkiye içerisindeki “Terörsüz Türkiye” açılımını bir özerklik veya bağımsızlık kisvesine dönüştürmek için Türkiye’yi uluslararası kamuoyunda tuzağa çekmeye çalışacaktır. “Biz Filistin’in ve Gazze’nin ilhakını istemiyoruz, HAMAS çözümlendiğinde ABD burayı yeni bir Körfez ülkesi yapacak, gökdelenler dikecek” mantığıyla “Siz neden Kürtlerin birleşmesine veya özerklik/bağımsızlığına karşısınız, hani samimiyetiniz?” savıyla Türkiye’yi diplomatik darboğaza sokmaya çalışacaktır. Keza aynı şekilde Kıbrıs’ta Türk-Rum çatışmasını alevlendirecek HUMINT eylemleriyle sahada Türkiye’yi saldırgan bir pozisyona sokmaya çalışacaktır.

II. İsrail’in Cephe Genişletme Stratejisi

İsrail’in son yıllarda uyguladığı agresif dış politika, diplomatik sıkışmışlığı aştığında yeni çatışma cepheleri açma eğilimiyle dikkat çekmektedir. Bu yaklaşım, İsrail’in diplomasi tıkandığında uluslararası toplumun dikkatini dağıtmak için farklı bölgelerde gerginlik çıkarmaya yönelik geleneksel bir hamlesi haline gelmiştir. Nitekim Hamas ve Hizbullah’la çatışmalarda diplomatik baskı yediğinde cepheyi Lübnan’a, Lübnan’da sıkıştığında İran’a, İran’da baskı altında kalınca Suriye’nin güneyindeki Dürzi topluluğuna yönelerek bölgesel istikrarsızlığı kendisi çıkarmamışçasına örten, manipülatif bir şoklar silsilesiyle istikrarsızlığı kasten körüklediği gözlemlenmiştir. Amaç, uluslararası kamuoyunu sürekli yeni bir krizle meşgul ederek İsrail’in tartışmalı eylemlerine karşı etkili bir küresel tepki oluşmasını engellemektir. Örneğin, 2025 ortasında İsrail’in İran’la girdiği 12 günlük savaş bazı yorumcular tarafından Gazze’deki operasyonlarına yönelik dünya çapındaki tepkiyi saptırma girişimi olarak değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, İsrail’in bu “yeni cephe açma” stratejisi, uluslararası yönetişimi felç eden ve bölgesel barışı tehdit eden bir sarmala dönüşmüştür.

İsrail Başbakanı ve bebek katili Benyamin Netanyahu’nun 7 Ağustos 2025’teki açıklamaları da bu arka planda ele alınmalıdır. Netanyahu, Gazze Şeridi’nin tamamını askeri kontrol altına almayı planladıklarını fakat kamuoyunu aptal yerine koyarak “işgal veya ilhak niyetlerinin olmadığını” ifade etmiştir. İsrail Genelkurmayının da sivillere yönelik saldırılardan kaçınılması gerektiği yönünde görüş bildirdiği haberleri, İsrail yönetiminin uluslararası alanda “soykırım” suçlamalarıyla köşeye sıkıştığını algıladığının işareti kabul edilebilir. Nitekim Gazze’de on binlerce sivilin ölümü dünya çapında infial yaratmış, hatta İsrail’in kendi müttefikleri nezdinde dahi itibar kaybına yol açmıştır. Dolayısıyla Tel Aviv, sert askeri stratejilerinin sınırlarına geldiğini fark ederek söylem değişikliğine gitmek zorunda kalmıştır. Bu değişimin ardında, açtığı çok cepheli savaşların uluslararası kamuoyunda İsrail’i giderek bir “terör devleti” olarak anılma riskini doğurması yatmaktadır.

Öte yandan, Türkiye ile ABD arasında yürütülen proaktif diplomasi sayesinde son dönemde belli konularda uzlaşı zemini bulunmaya başlanması, İsrail’in bölgesel pervasızlığını dizginleyebilecek yeni işbirliklerine kapı aralamıştır. Donald Trump’ın Orta Doğu temsilcisi Tom Barrack’ın çabaları neticesinde Trump yönetimi döneminde İsrail’in Suriye, Lübnan ve Gazze’de bir nebze frenlenmesi bunun örneklerinden biridir. Ancak bu diplomatik jestlerin İsrail’in yaptıklarını yumuşatmak ve Türkiye’yi oyalamak için mi yoksa ABD’nin beklenen farkındalığa ulaştığı için mi yapıldığı hala soru işaretidir. 

İsrail’in bölgesel nüfuzunu genişletme hırsı bitmiş değildir. Özellikle Doğu Akdeniz’de ve Fırat-Dicle hattında yayılmacı emeller güden İsrail, diplomatik manevraları tükendiğinde yeni krizler üretme alışkanlığını sürdürme sinyalleri vermektedir. Bu bağlamda Kıbrıs Adası, İsrail’in bir sonraki hedef cephe olarak görülmektedir.

Bu stratejik analiz raporu, İsrail’in Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de artan nüfuzunu, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile ilişkilerini ve Türkiye için oluşturduğu tehditleri çok katmanlı bir biçimde ele almaktadır. Ayrıca Türkiye’nin siyasi, diplomatik, sosyolojik ve askeri alanlarda alması gereken önlemler ile geliştirebileceği karşı hamleler değerlendirilmektedir. 

III. İsrail’in Yeni Cephe Arayışı ve Olası Doğu Akdeniz Cephesi

İsrail’in bu riskli stratejisi, uluslararası toplumun zaten zayıf olan dikkatini iyice dağıtmakta ve küresel yönetişim mekanizmalarını işlemez hale getirmektedir. Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kurumlar, birbiri ardına alevlenen krizler karşısında etkili önlemler alamamaktadır. Bu durum İsrail’e, kendi eylemlerine yönelik hesap verebilirlikten kaçınma fırsatı sunmaktadır. Örneğin İsrail ordusunun aynı anda hem Gazze’de hem de Lübnan sınırında operasyonlar yürüttüğü, buna ilaveten Suriye’de zaman zaman hava saldırıları düzenlediği yoğun bir dönemde, BM Güvenlik Konseyi etkin bir ateşkes kararı alamamıştır. Hatta trajikomik bir biçimde son 1 yılda İsrail’in Lübnan topraklarında yürüttüğü askeri operasyonlar ve fiili işgali neredeyse hiçbir medya kuruluşunda “önemli bir olay” olarak yer almamıştır. Sürekli yeni bir cephede tansiyon yaratan Tel Aviv, böylece uluslararası hukukun uygulanmasını da fiilen zorlaştırmaktadır. Son kertede bu yayılmacı hamleler İsrail’i bölge ülkeleri nazarında “durdurulamaz bir terör odağı” haline getirmektedir.

Doğu Akdeniz, İsrail’in son yıllarda jeostratejik çıkarlarına dahil ettiği yeni bir cephe konumundadır. Tel Aviv yönetimi, Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ve stratejik konum nedeniyle Yunanistan ve GKRY ile yakın ittifaklar kurarak buradaki nüfuzunu artırmaya çalışıyor. Özellikle EastMedDoğalgaz Boru Hattı projesi ve Doğu Akdeniz Gaz Forumugibi girişimlerde İsrail, Atina ve Lefkoşa ile hareket etmektedir. Bu çerçevede İsrail donanması ve hava kuvvetleri, Yunanistan’la ortak tatbikatlar yapmakta ve İsrail teknolojisi GKRY’ye transfer edilmektedir. Nitekim 2023 yılında ABD’nin GKRY’ye silah ambargosunu kaldırması sonrasında, İsrail GKRY’ye gelişmiş hava savunma sistemleri satmıştır. GKRY, İsrail yapımı BARAK MX orta-uzun menzilli hava savunma sistemlerini envanterine katarken, Yunanistan da İsrail’den insansız hava araçları ve elektronik sistemler tedarik etmiştir. Bu askeri angajmanlar, Doğu Akdeniz’de Türkiye karşısında bir İsrail-Yunan ekseni oluştuğuna dair algıyı güçlendirmektedir.

İsrail’in Doğu Akdeniz’e dönük hamlelerinden biri de bölgedeki uluslararası projelere kendi çıkarları doğrultusunda yön vermektir. Ağustos 2025 başında GKRY, Doğu Akdeniz’de bir denizaltı fiber-optik kablo projesi kapsamında Fugro Gauss adlı araştırma gemisine münhasır ekonomik bölgesinde çalışma izni vermiştir. Türkiye ise bu geminin Türk kıta sahanlığına izinsiz girdiği gerekçesiyle acil koduyla ilgili gemiyi yetki alanından çıkararak karşılık vermiştir. Söz konusu geminin arkasında Suudi Arabistan, İngiltere ve Almanya gibi aktörlerin bulunduğu ve proje kapsamının bölgesel (muhtemelen İsrail’in de dolaylı çıkar sağlayacağı) bir iletişim hattı olduğu anlaşılmaktadır. Bu örnek, İsrail’in doğrudan taraf olmadığı durumlarda bile yakın müttefiklerinin projeleriyle Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi sıkıştırma potansiyelini göstermektedir. Fugro Gauss krizi her ne kadar fiilen askeri bir gerginliğe dönüşmeden yatışsa daİsrail’in Doğu Akdeniz’de kendi etki alanını genişletmek adına böyle diplomatik gerilimleri tetikleyebileceği akılda tutulmalıdır.

Sonuç olarak, İsrail’in geleneksel cephe genişletme hamlesi bugün Doğu Akdeniz’de yeni bir görünüm kazanıyor. İsrail, diplomatik izolasyondan kurtulmak ve enerji-jeopolitik çıkarlarını maksimize etmek amacıyla Mısır, Yunanistan ve GKRY ile kurduğu ittifakı derinleştiriyor. Bu durum, Türkiye açısından doğrudan bir meydan okuma teşkil etmektedir. Ankara, İsrail’in bölgesel fırsatçılığına karşı teyakkuzda olmalı ve her yeni “cephe” hamlesinin arkasındaki niyetleri doğru okuyarak proaktif adımlar atmalıdır.

IV. Kıbrıs’ta Artan İsrail Nüfuzu ve Demografik Hamleler

Kıbrıs Adası’nın güneyinde son yıllarda alışılmadık ölçüde artan bir İsrail nüfuzu gözlemlenmektedir. GKRY topraklarında yaşayan İsrailli sayısı ve İsraillilere ait taşınmazların miktarı adeta patlama yapmıştır. 2018’de yaklaşık 6.500 olan İsrail kökenli sakin sayısının 2025 itibariyle 15.000’e yaklaştığı belirtilmektedir. Yalnızca son üç yılda (2021’den 2025’e) İsraillilerin Güney Kıbrıs’ta satın aldığı mülk sayısı 4.000’e ulaşmıştır. Larnaka, Limasol ve Bafgibi kilit kentlerde İsrailli şirketler ve bireyler, geniş arazi parçalarını ve stratejik konumdaki gayrimenkulleri satın almaktadır. Bir emlak uzmanının ifadesiyle “İsrailliler adeta gözlerine kestirdikleri her yeri satın alıyor”; hatta yabancıların mülk alımına karşı kısıtlamaların olmadığı Kıbrıs’ı “ikinci bir İsrail” haline getiriyorlar. İsrail basını dahi kendi vatandaşlarının Kıbrıs’ta “gözünün gördüğü her şeyi satın aldığını” yazmakta ve adayı “ikinci İsrail” olarak nitelemektedir.

Görsel: Haziran 2025’te Larnaka Havalimanı’nda İsrail’den gelen ultra-Ortodoks Yahudiler. Son dönemde on binlerce İsrailli, çatışmalardan kaçarak veya yatırım amacıyla Kıbrıs’a yerleşmeye başlamıştır. İsrailli göçmen akını, yerel muhalefet tarafından Filistin’deki yerleşim politikalarına benzetilerek “sessiz işgal” olarak tanımlanmaktadır.

İsrailli yerleşimcilerin bu “sessiz işgali”, Kıbrıs’taki iki halk (Türk ve Rum) dışında üçüncü tarafların adadaki demografik ve ekonomik dengeyi değiştirmesi anlamına geliyor. GKRY’de ana muhalefet partisi AKEL’in genel sekreteri Stefanos Stefanou, Haziran 2025’te yaptığı çarpıcı bir konuşmada bu duruma dikkat çekmiştir. Stefanou, “İsrailliler kritik bölgelerde arazi satın alıyor, Zionist okullar, sinagoglar, etrafı duvarlarla çevrili siteler inşa ediyor… İsrail Kıbrıs’ta kendine bir arka bahçe hazırlıyor” diyerek gelişmeyi ulusal güvenlik tehdidi olarak nitelemiştir. Stefanou, Kıbrıs’ın güneyinde oluşturulan bu kapalı sitelerin “adı konmamış yerleşimler” olduğunu, bazı bölgelerin neredeyse sadece İsraillilere açık hale geldiğini vurgulamıştır. Ana muhalefet lideri ayrıca “Bir noktada kendi toprağımızın bize ait olmadığını fark edeceğiz” diyerek İsrailli yatırımların Kıbrıs’ı bir “uydu yerleşkeye” dönüştürme riski taşıdığını belirtmiştir.

GKRY’de muhalefetin dile getirdiği rahatsızlık, İsrailli göçmenlerin Filistin’deki yerleşimci stratejisini Kıbrıs’ta tekrar ettiği yönündedir. Stefanou “Ülkemizi bizden alıyorlar… İsrail bizi işgal ediyor” diyerek durumu Filistin’deki işgalle eş tuttuğunu açıkça ifade etmiştir. Yine Stefanou’nun vurguladığı gibi, İsrailli alıcılar özellikle limanlara, tatil bölgelerine ve askeri üslere yakın arazileri hedef almaktadır. Nitekim 2021-2025 arasında Larnaka’da 1.400’den fazla, Limasol’de 1.100’den fazla, Baf’ta 1.200’den fazla taşınmazın İsraillilerce satın alındığı ortaya konmuştur. Bu eğilim, sadece yazlık ev alma amacıyla açıklanamayacak kadar sistematik ve stratejiktir. Ada genelinde üç yılda ele geçirilen yaklaşık 4.000 mülkün bir kısmı spa, rezidans vb. tesislere dönüştürülerek etrafı çevrilmiş, dışa kapalı mahalleler kurulmaktadır.

İsrail nüfuzunun Kıbrıs’ta yükselmesi yalnızca ekonomik alımlarla sınırlı değil. MOSSAD gibi İsrail istihbarat unsurlarının da adada aktif olduğu bildiriliyor. İsrail’in önde gelen gazetelerinden Haaretz, MOSSAD’ın Kıbrıs’ı “güvenli ev operasyonları” için kullandığını yazmıştır. Aynı şekilde Ynet haber sitesi, İsraillilerin Kıbrıs emlak piyasasına “akın ettiğini” belirtmektedir. Bu bilgiler, İsrail devletinin Kıbrıs’ı sadece turistik veya geçici sığınak olarak değil, aynı zamanda istihbari ve stratejik bir üs olarak gördüğünü gösteriyor. Zaten Kıbrıs’ta İngiltere’ye ait Ağrotur ve Dikelya üssü gibi yabancı askeri varlıkların bulunduğu düşünülürse, İsrail’in de bu altyapıyı fırsata çevirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim İngilizlerin Ağrotur Hava Üssü’nü İsrail’in Gazze üzerindeki keşif uçuşlarında İsrail’e açtığı basına yansımıştır. Hatta bu üslerin İsrail tarafından Gazze ve Lübnan’daki savaşlarda lojistik merkez olarak kullanıldığı iddiaları ortaya atılmıştır. Bu durum, Kıbrıs Rum halkının İsrail lehine taraf olması halinde kendi topraklarının bir çatışma zeminine dönüşebileceğine işaret etmektedir.

GKRY iç siyasetinde, hükümet kanadı ve İsrail’in Lefkoşa Büyükelçisi, AKEL’in çıkışlarını “nefret söylemi” olarak nitelendirmiştir. İsrail tarafı, Kıbrıs’taki yatırımların abartıldığını ve bu tepkilerin Yahudi karşıtlığından kaynaklandığını savunmaktadır. Ancak AKEL liderliği, eleştirilerinin etnik veya dini kimliğe değil, yabancı bir devletin organize yayılma politikasına yönelik olduğunu açıkça vurgulamıştır. Stefanou, İsrail Büyükelçisini “meşru tartışmaları boğmaya çalışmakla” suçlamış ve partilerinin her türlü ırkçılığa karşı olduğunu ilan etmiştir.

Sonuç itibariyle, Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının iradesi dışında beliren bu yeni demografik-diplomatik olgu, adanın jeopolitik denklemine üçüncü bir aktörü (İsrail’i) sokmaktadır. Türkiye açısından bu gelişme iki yönlü bir tehdit barındırmaktadır: Birincisi, İsrail’in Kıbrıs’ta nüfuz kazanması Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamaya dönük hamlelerin parçasıdır. İkincisi, Kıbrıs’taki statükonun daha da karmaşıklaşması, adanın barışçıl çözüm perspektifini zayıflatmaktadır. Dahası, İsrail’in adadaki varlığı büyüdükçe, Türkiye’nin 1974’ten bu yana Kıbrıslı Türklerin güvenliği için üstlendiği garantör rolü çeşitli provokasyonlarla sınanabilir. Ankara’nın bu tabloyu yakından izlemesi, gerektiğinde KKTC ile işbirliği içinde kararlı adımlar atarak İsrail nüfuzunun olumsuz etkilerini dengelemesi zaruridir.

V. Yunanistan ve GKRY’nin İsrail’le Yakınlaşması ve Endişeleri

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki diplomatik atakları ve bölgesel girişimleri, Yunanistan ve GKRY cephesinde ciddi bir tedirginlik yaratmıştır. Özellikle Ağustos 2025 başında İstanbul’da gerçekleşen Türkiye–İtalya–Libya Üçlü Zirvesi, Atina ve Lefkoşa’da dikkatlerin İsrail ile işbirliğini daha da güçlendirme yönünde yoğunlaşmasına yol açtı. Söz konusu zirvede Türkiye, İtalya ve Libya liderleri Doğu Akdeniz’de göç ve güvenlik konularını ele almış, enerji ve savunma sanayiinde işbirliği imkânlarını da değerlendirmiştir. Türkiye ile İtalya’nın savunma sanayi ortaklıkları (örneğin İtalya’nın Leonardo şirketi ile Türkiye’nin Baykar firmasının İHA üretimi için ortak girişimireuters.com) ve Libya ile deniz yetki alanları konusunda sürdürdükleri koordinasyon ile İtalyan ENI şirketinin TPAO ile ortak konsorsiyumlar kurma ihtimali, Atina’yı diplomatik anlamda yalnızlaşma korkusuna sevk etti. Nitekim NATO müttefiki İtalya’nın, Yunanistan’ın beklentilerinin aksine, Türkiye’yle savunma işbirliğiniartırması Atina’da rahatsızlık yarattı. Bu koşullarda Yunanistan, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı İsrail’e daha da yakın pozisyon almaya yöneldi.

Yunanistan ve GKRY, son on yılda İsrail’le askeri ve ekonomik ilişkilerini derinleştirmiş durumdadır. Yunan Hava Kuvvetleri, İsrail ile ortak tatbikatlar düzenleyerek İsrail’in gelişmiş savaş doktrinlerini öğrenmekte; İsrail de Yunanistan’a insansız hava araçları ve savunma sistemleri tedarik etmektedir. Yunanistan, Fransa’dan aldığı Rafale savaş uçakları ile hava gücünü artırırken, İsrail’in beşinci nesil F-35 uçaklarına sahip olması Türkiye açısından dikkate alınması gereken bir unsurdur. 

GKRY cephesinde ise, İsrail’le yakınlaşma özellikle enerji ve savunma boyutlarında göze çarpıyor. GKRY, İsrail’le doğal gaz konusunda işbirliğine gitmiş, Afrodit ve Leviathansahalarından gaz ticareti için üçlü mekanizmalar kurulmuştur. Mısır’ın da dahil olduğu planlarla, İsrail gazının GKRY üzerinden Avrupa pazarına LNG olarak ulaştırılması hedeflenmektedir. Bu ekonomik yakınlık, siyasi ve askeri desteği de beraberinde getirmiştir. İsrail, GKRY’ye modern silah sistemleri sağlayarak bölgedeki güç dengesini Türkiye aleyhine etkilemeye çalışmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, Barak-MX ve türevi hava savunma sistemleri GKRY’ye konuşlandırılmıştır. Ayrıca İsrail danışmanlarının GKRY ordusuna eğitim verdiği, istihbarat paylaştığı yönünde raporlar bulunmaktadır2023’te ABD’nin ambargoyu kaldırması akabinde GKRY’nin İsrail’den kamikaze İHA’lar ve elektronik harp sistemleri aldığı iddia edilmiştir. Bütün bu gelişmeler, Kıbrıs Rum tarafının geleneksel garantörü Yunanistan’ın yanı sıra, İsrail’i de bir nevi de facto garantör gibi görmeye başladığını gösteriyor.

Ancak İsrail’le bu yakınlaşma GKRY halkı nezdinde büyük bir sorun teşkil ediyor. İsrail’in Gazze ve Batı Şeria’daki politikalarına karşı dünya genelinde oluşan tepki, Yunan ve Kıbrıs Rum kamuoyunda da yansıma buluyor. Özellikle İsrail’in 2023 sonlarında Gazze’ye yönelik operasyonları sırasında Yunanistan genelinde büyük Filistin yanlısı protestolar patlak vermiştir. Temmuz 2025’te Girit’te İsrailli turistleri taşıyan bir kruvaziyer, Yunan göstericiler tarafından limanda protesto edilmiş; 1500 kadar İsrail vatandaşı gemiden inerken “Özgür Filistin” sloganlarıyla karşılanmıştır. Syros adasında benzer bir gösteri sonucunda bir İsrail gemisinin yolcularını indirmeden ayrılmak zorunda kaldığı basına yansımıştır. 

Yunan hükümeti bu eylemleri kontrol altına almak için sert tedbirler alacağını duyursa bile anketler Yunan halkının ciddi bir kesiminin Gazze konusunda İsrail’i haksız bulduğunu ortaya koymaktadır (Haziran 2025’te yapılan bir ankete göre Yunanların %34’ü ülkesinin Gazze konusunda İsrail karşısında tavır alması gerektiğini, sadece %11’i İsrail’i desteklemesi gerektiğini belirtmiştir). Dolayısıyla, Yunan kamuoyunda İsrail’e yönelik sempati yoktur. Turizm alanında, İsrailli ziyaretçiler eskiden sıcak karşılanırken Gazze’deki görüntülerin ardından tepkiyle karşılaşmaya başlamıştır. Bu durum, Yunanistan ve GKRY yönetimlerinin İsrail’le yakın ittifak kurma stratejisini toplumsal zemindeimkansız hale getirecektir.

Nitekim GKRY’de ana muhalefet liderinin İsrail nüfuzuna dair endişelerini dile getirmesi, Rum halkının da bu konuda hassasiyet geliştirdiğine işaret ediyor. Stefanou sadece güvenlik boyutuna değil, ahlaki boyuta da değinerek “İsrail hiçbir şeyi umursamazken Filistinlilere soykırım uyguluyor; biz kendi vatanımızda ikinci sınıf duruma düşmeyelim” mealinde uyarılar yapmıştır. Yunanistan’da da sol ve entelektüel çevreler, Netanyahu hükümetinin politikalarına mesafe koyulması gerektiğini savunuyor. Bu koşullar altında, İsrail’in bölgede kurduğu ittifakın toplumsal meşruiyetinde zaaflar olduğu söylenebilir.

Öte yandan, Yunanistan ve GKRY resmi makamları Türkiye’ye karşı İsrail kartını oynamaya devam etmektedir. Özellikle Atina, Doğu Akdeniz Gaz Forumu çerçevesinde İsrail-Mısır-GKRY üçlüsüyle enerji denkleminde Türkiye’yi dışlayıcı projeleri destekledi. Bununla beraber, 2024 sonundan itibaren Türkiye’nin Mısır ile ilişkilerinde yumuşama emareleri Atina’yı daha da huzursuz etmiştir.

Sonuç olarak, Yunanistan ve GKRY İsrail’le yakınlaşarak Türkiye’yi çevrelemeye çalışırken, bu hamlenin bölge halkları nezdinde tepki çektiği de bir gerçektir. İsrail’in Filistin’de uyguladığı politikalar, Yunan ve Rum kamuoyunda soğuk karşılanmakta olup İsrail’le ittifakın uzun vadede Kıbrıs Rum halkının da aleyhine sonuçlar doğurabileceği konuşulmaktadır. Türkiye, Yunanistan ve GKRY’nin bu ikileminden yararlanabilecek diplomatik ve sosyolojik stratejiler geliştirebilir. Nitekim bir yanda hükümetleri İsrail’le işbirliğini arttırsa da öte yanda halkları bu durumdan rahatsızlık duyuyorsa, doğru hamlelerle Atina ve Lefkoşa’nın politikalarını yeniden gözden geçirmeleri sağlanabilir.

VI. Türkiye’ye Yönelik Tehdit Senaryoları: Provokasyonlar ve Tuzaklar

İsrail’in cephe genişletme stratejisinin Türkiye açısından en tehlikeli yönü, Ankara’yı zayıf gösterecek provokasyonların sahnelenme ihtimalidir. Özellikle Kıbrıs’ta, Mossad ve İngiliz MI6 gibi istihbarat servislerinin Türk-Rum toplumları arasında gerginlik çıkarmaya yönelik örtülü operasyonlara girişebileceği değerlendirilmektedir. Tarihsel olarak ada, dış istihbarat operasyonları için verimli bir zemin olagelmiştir. 1960’lı yıllarda Kıbrıs’ta yaşanan toplumlararası çatışmalarda çeşitli provokasyonların rol oynadığı bilinmektedir. Günümüzde de İsrail, Kıbrıs’taki nüfuzunu sağlamlaştırmak isterken, adada Türk ve Rumların ortak bir tavır almasını engellemek için sinsice yöntemlere başvurabilir.

Böyle bir senaryoda, İsrail veya müttefikleri, sahte bayrak (false flag) eylemleriyle tarafları birbirine düşürmeye çalışabilir. Örneğin, bir ibadethaneye veya sivil hedefe yönelik saldırının Türk ya da Rum radikallerce yapıldığı izlenimi yaratılarak toplumlar arasında güvensizlik tohumları ekilebilir. Zaten İsrail istihbaratının Suriye’de Dürziler ve Ortodoks Araplar için aynı stratejiyi uyguladığı, öte yandan adada güvenli evler bulundurduğu ve operasyonel varlık gösterdiği düşünüldüğünde, bu tarz provokasyonlar oldukça mümkündür. İngiliz üslerinin ve istihbaratının da bu süreçte İsrail’le koordineli hareket edebileceği, Ada’daki huzursuzluktan çıkar devşirmeye çalışabileceği unutulmamalıdır. Sonuçta kaotik bir Kıbrıs ortamı, hem Türkiye’yi uluslararası alanda zor durumda bırakır hem de İsrail’in Ada’daki varlığına meşruiyet kazandırabilir (örneğin “Yahudi toplumunu korumak için buradayız” gibi bir propagandaya zemin hazırlar).

Benzer şekilde, İsrail’in Türkiye’yi uluslararası kamuoyu önünde köşeye sıkıştırmak için PKK-YPG-PYD terör örgütü meselesini istismar etme hamlesi de gündeme gelebilir. İsrail yönetimi, Gazze’yi ilhak etmeyeceğini ve sivil kayıplardan kaçınacağını deklare ederek dünya kamuoyuna “bakın biz Filistinlilere özerklik yolunu açıyoruz” mesajı verirken, Türkiye’ye karşı “Kürtlere neden aynısını yapmıyorsunuz?” şeklinde bir baskı kampanyası yürütebilir. 

Gerçekten de geçmişte İsrailli liderler Iraklı Kürtlerin bağımsızlık referandumuna açık destek vermişler veNetanyahu 2017’den beri “Kürt halkının kendi devletini kurma çabasını destekliyoruz” diyerek Kürt ayrılıkçılığına yeşil ışık yakmıştır. Dolayısıyla, Netanyahu hükümeti fırsat bulursa Türkiye’nin PKK terörüyle mücadelesini çarpıtarak bunu Kürtlerin halen çözülmeyen sorunlarının Türkiye’nin kendi “isteksizliğine” (!) bağlayabilir. “Biz Gazze’ye özgürlük tanıyacağız, Türkiye de Kürtlere tanısın”propagandası, özellikle Batı medyasında yer bulursa Ankara’yı zor durumda bırakma potansiyeline sahiptir. Bu söylemin hedefi, Türkiye’nin teröre karşı kararlılığını zaafa uğratmak ve haklı tezlerini gölgelemektir. Türkiye’nin buna karşı argümanı ise net olmalıdır: İsrail’in Gazze’ye sözde özerklik vaatleri, aslında işlediği savaş suçlarını örtme çabasıdır; Türkiye ise kendi toprak bütünlüğü içinde tüm vatandaşlarının hakkını korurken terör örgütlerine müsamaha göstermemektedir. Ankara, PKK ile masum Kürt halkını ayırt eden yaklaşımını dünyaya iyi anlatmalı ve İsrail’in manipülasyonunu boşa çıkarmalıdır.

İsrail’in Suriye’de dolaylı provokasyonlar yaparak Türkiye’yi tuzağa çekme ihtimali de dikkate alınmalıdır. Halihazırda Suriye’nin kuzeyinde ABD destekli grupların yanı sıra, İsrail’in de Dürzi ayaklanmalarını veya radikal grupları kışkırttığına dair işaretler vardır. Temmuz 2025’te Suriye’nin Süveyda bölgesinde patlak veren Dürzi-Beduin çatışmaları, ülkede yeni bir iç cephe açmıştır. Bu çatışmalar esnasında Suriye’nin önde gelen Dürzi liderleri, dış güçlerin “aşırılık yanlısı grupları ağır silahlar ve İHA’larla desteklediğini” iddia etmiş ve uluslararası toplumdan koruma talep etmiştir. Dürzi cemaati, Suriye hükümetini kendi bölgelerine müdahale etmek bahanesiyle militanları desteklemekle suçlamıştır. Bu karmaşık durumda Netanyahu, İsrail’in Suriye’deki Dürzi azınlığı korumaya yönelik tarihi bir sorumluluğu (!) olduğunu duyurmuştur. İsrail kaynakları, İsrail’in Suriye’nin güneyinde istikrar istediğini iddia etse de fiiliyatta oradaki karışıklığın İsrail’in elini rahatlattığı açıktır. Zira Suriye’de iç çatışmalar ne kadar yayılırsa, İran ve müttefikleri de dikkatini o cepheye vermek zorunda kalır. Bu da İsrail’in nefes almasını kolaylaştırır. Ankara, Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunurken bu tür senaryolara hazırlıklı olmalı, sınırlarının güneyinde İsrail kaynaklı bir vekalet çatışmasının büyümesine izin vermemelidir.

Bir diğer potansiyel tehdit, İsrail’in Doğu Akdeniz’de gerilimi tırmandırarak Türkiye’yi NATO ve ABD nezdinde “agresif taraf” gibi göstermeye çalışmasıdır. Örneğin, GKRY’nin ilan ettiği münhasır ekonomik bölgeye Türk gemilerinin girmesi halinde İsrail donanması veya Hava Kuvvetleri devreye girerek güç gösterisi yapabilir. Böyle bir durumda bir sıcak temas riski belirecek, İsrail Türkiye’yi kışkırtan taraf olmasına rağmen uluslararası medyada Türkiye’yi saldırganlıkla suçlayabilecektir. Zaten İsrail uzun yıllar uluslararası algı yönetiminde etkin olmuş bir devlettir ve propaganda mekanizmaları kuvvetlidir. Türkiye, Doğu Akdeniz’de haklı çıkarlarını korurken itidalini ve hukuki tezlerini öne çıkarmalıdır. İsrail veya Yunanistan kaynaklı kışkırtmalara soğukkanlılıkla fakat kararlılıkla cevap vermelidir.

Özetle, İsrail ve örtülü ortakları, Türkiye’yi farklı alanlarda çok boyutlu tuzaklar ile karşı karşıya bırakabilir. Kıbrıs’ta etnik çatışma provokasyonu, Suriye’de vekalet savaşı kışkırtması, uluslararası platformda etnik ayrılıkçılık kartının kullanılması ve Doğu Akdeniz’de askeri gerginlik gibi senaryolar, Ankara’ya yönelik riskleri oluşturuyor. Bu risklere karşı Türkiye’nin sadece askeri tedbirlerle değil, diplomatik zekâ, istihbarat işbirliği ve kamu diplomasisiyle de mücadele etmesi gerekecektir. Şimdi, Türkiye’nin bu tehditler karşısında alması gereken önlemleri ve geliştirebileceği karşı hamleleri siyasi, diplomatik, sosyolojik ve askeri boyutlarıyla irdeleyelim.

VII. Türkiye’nin Stratejik Karşı Hamleleri

İsrail ve destekçileri tarafından çevrelenme riskiyle yüzleşen Türkiye, bütüncül ve proaktif bir strateji ile hareket etmelidir. Bu strateji, karada, denizde ve havada askeri caydırıcılık tesis etmeyi ve bölgesel diplomasiyle yeni ittifaklar ve denge unsurları yaratmayı, ayrıca kamu diplomasisiyle karşı cephe ülkelerin halklarını kazanmayı ve iç cephede ulusal birliği tahkim etmeyi içermelidir. Aşağıda, bu çok boyutlu yaklaşımın somut adımları alt başlıklar halinde ele alınmıştır:

1. Kıbrıs’ta Askeri Varlığın Tahkimi ve Üslenme:

Türkiye, Kıbrıs’ta özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) topraklarında askeri varlığını güçlendirmeli ve gerektiğinde yeni üsler kurmalıdır. 1974’ten bu yana adada bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri, Kıbrıslı Türklerin güvenlik garantisi olmuştur. Ancak değişen tehdit ortamında, bu varlığın nitelik ve nicelik olarak güncellenmesi önem arz ediyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Temmuz 2024’te yaptığı bir açıklamada “gerektiğinde Kuzey Kıbrıs’a deniz üssü ve diğer askeri tesisleri inşa edebiliriz” diyerek bu iradeyi ortaya koymuştur. Hâlihazırda Geçitkale’de(Lefkonuk) insansız hava aracı üssü olarak kullanılan havaalanının genişletilmesi ve daimi bir Türk Hava Kuvvetleri konuşlanmasına ev sahipliği yapması düşünülebilir. Nitekim Türk Silahlı Kuvvetleri, 2019’dan bu yana KKTC’de Bayraktar TB2 SİHA’larını konuşlandırmış ve gerektiğinde Ada çevresinde keşif-gözetleme faaliyetleri icra etmiştir. İlerleyen dönemde AKINCI gibi daha gelişmiş İHA’ların ve hatta insanlı savaş uçaklarının rotasyonel olarak KKTC’de bulundurulması gündeme alınmalıdır. KKTC makamları da bu yönde isteklidir: 2024’te KKTC kamu görevlileri, Rumların GKRY’de AB ve ABD desteğiyle deniz üssü planlarına giriştiğine dikkat çekerek, Türkiye ile ortak bir deniz üssü kurulmasının zamanının geldiğini belirtmiştir.

Bu çerçevede, KKTC’de deniz üssü kurulması en öncelikli adımlardan biridir. İsrail donanmasının GKRY limanlarına sık ziyaretler yapmaya başladığı, hatta Yunan donanmasıyla birlikte Limasol’da tesis kullanımı için anlaşmalar olduğu bilinmektedir. GKRY, Larnaka bölgesinde Yunanistan ile işbirliği içinde yeni bir donanma üstlenmesi hazırlığındadır ve bu kapsamda bir helikopter üssü de inşa edilmektedir. Buna mukabil, Türkiye de Gazimağusa veya Karpaz civarında bir deniz üssü kurarak Doğu Akdeniz’deki caydırıcılığını artırabilir. Böyle bir üste Türk Deniz Kuvvetleri’nin korvet ve fırkateynleri, insansız deniz araçları ve destek unsurları konuşlanabilir. Bu adım, hem GKRY-Yunan-İsrail bloğuna net bir mesaj verecek hem de Doğu Akdeniz’de hidrokarbon arama faaliyetlerini güvence altına alacaktır.

Ayrıca, mevcut Türk barış gücü unsurlarının modern silah ve teçhizatla donatılması gerek hava savunma gerek elektronik harp kabiliyetlerinin KKTC’de konuşlandırılması düşünülmelidir. Örneğin ada üzerinde bir erken uyarı radar ağı kurulması, İsrail veya diğer yabancı unsurların hava trafiklerinin takibini kolaylaştıracaktır. Yine KKTC’ye takviye edilecek bir çelik kubbe, milli hava savunma sistemleri (Hisar-O+ veya Siper gibi yerli sistemler) Türk askerî varlığının güvenliğini arttıracaktır. Unutulmamalıdır ki, İsrail GKRY’ye BARAK-MX gibi sistemleri tedarik ederek Ada’daki hava sahası dengesini değiştirmeye çalışmıştır. Türkiye de buna karşı kendi hava savunma şemsiyesini KKTC’ye genişleterek cevap vermelidir.

Tüm bu askeri adımlar, savunma amaçlı ve meşru zeminlere oturtulmalıdır. Türkiye, garantörlük hakkı çerçevesinde ve KKTC’nin davetiyle bu adımları atacağını dünyaya duyurmalıdır. KKTC yönetimi de zaten topraklarında yabancı (İngiliz, İsrail, ABD) askeri mevcudiyetine karşı olduğunu sık sık dile getirmektedirdailysabah.com. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, GKRY’nin ABD ve Fransa’ya askeri kolaylık sağlamasını “barışa tehdit” olarak tanımlamıştır. Türkiye, KKTC ile tam uyum içinde adadaki caydırıcı varlığını tahkim ettiğinde, İsrail ve diğer üçüncü tarafların Kıbrıs’taki manevra alanı daralacaktır.

2. Mısır ve Bölge Ülkeleriyle Proaktif Diplomasi ve Savunma İşbirliği:

İsrail’in Doğu Akdeniz’de bir “sert blok” oluşturmasını engellemenin yolu, bu bloğun muhtemel ortaklarını kendi yanımıza çekmek veya en azından tarafsızlaştırmaktan geçer. Bu bağlamda Mısır ile ilişkilerin geliştirilmesi hayati önemdedir. Kahire yönetimi, 2013 sonrası Türkiye ile siyasi açıdan mesafeli durmuşsa da son dönemde normalleşme adımları atılmıştır. 2023 ve 2024’te karşılıklı dışişleri bakanları ve lider düzeyinde temaslar artmış; Eylül 2024’te Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Sisi’nin Ankara ziyaretiyle yeni bir sayfa açılmıştır. Bu ziyaret sırasında kurulan Türkiye–Mısır Stratejik İşbirliği Konseyi, iki ülkenin bölgesel konularda yüksek düzeyli eşgüdüm başlatmasını sağlamıştır. Özellikle 2023 Gazze Savaşı, Ankara ile Kahire’yi yakınlaştıran bir etken olmuştur; zira her iki başkent de İsrail’in saldırganlığından rahatsızlık duymuş ve Filistin’e insani yardım konularında benzer tutumlar takınmıştır.

Stratejik planda, Atlantic Council analizine göre “Mısır ve Türkiye, İsrail’in gücünü dengelemek ve pazarlık gücü kazanmak için uzlaşmaları gerektiğini açıkça kavramıştır”. Bu bağlamda Türkiye, Mısır’la savunma sanayii ve askerî eğitim işbirliğini hızlandırmalıdır. Nitekim zaten 2024’te ilk kez Türkiye–Mısır yüksek düzeyli askeri heyet görüşmeleri gerçekleştirilmiş, genelkurmay düzeyinde diyalog başlatılmıştır. Basına yansıyan haberlere göre, Türkiye popüler SİHA’larını Mısır’a tedarik etmeye sıcak bakmaktadır. Hatta Türk Havacılık ve Uzay Sanayii’nin geliştirdiği 5. nesil KAAN savaş uçağı projesine Mısır’ın ortak olabileceği, Kahire’nin bu uçağın üretimine yatırım yapma niyetinde olduğu iddia edilmiştir. Eğer gerçekleşirse, böyle bir savunma işbirliği İsrail’in bölgedeki teknolojik üstünlük tekeline ciddi bir meydan okuma anlamına gelecektir.

Mısır’la askeri ilişkilerin yanı sıra, ekonomik alanda da stratejik ortaklıklar kurulmalıdır. Doğu Akdeniz’de bulunan doğalgazın işletilmesi ve transferi konusunda Türkiye–Mısır koordinasyonu hem iki ülkenin çıkarına olacak hem de İsrail’in Mısır’ı kendi enerji ağlarına bağımlı kılma planını zora sokacaktır. Bilindiği üzere bu ayın başında, yani Ağustos 2025’te İsrail’in Leviathan gaz sahası işletmecileri ile Mısır arasında $35 milyar değerinde dev bir doğal gaz anlaşmasıimzalanmıştır. Bu anlaşmayla İsrail, 2040’a kadar Mısır’a 130 milyar metreküp gaz satmayı taahhüt etmekte, Mısır’ı büyük oranda İsrail gazına bağımlı hale getirmektedir

Ankara, Kahire’ye alternatif ve takviye enerji işbirliğiönerileri sunarak bu bağımlılığı dengeleyecek adımlar atabilir. Örneğin, Türkiye üzerinden geçecek boru hatlarıyla Körfez veya Irak gazının Mısır’a ulaştırılması gibi yaratıcı projeler masaya konabilir. Aynı şekilde Türkiye’nin LNG altyapısı ile Mısır’ın LNG tesisleri entegre edilerek ortak pazarlama platformları kurulabilir. Eğer Mısır, enerji ihtiyacı konusunda tüm yumurtaları İsrail sepetine koymazsa, İsrail’in onu siyasi olarak kendi safında tutma imkânı azalır.

Özetlemek gerekirse, Türkiye’nin bölgesel diplomasi hamleleri, İsrail’in etrafına topladığı ülkelerle aramıza mesafe koymayı değil, aksine onları kazanmayı hedeflemelidir. Mısır’la geliştirilecek güçlü bir ortaklık, İsrail’in oyun planını bozacaktır. Aynı şekilde İtalya gibi NATO müttefikleriyle savunma sanayiinde katma değerli işbirlikleri, Yunanistan’ın AB’den koşulsuz destek bulmasını engeller. Bu diplomatik çabalar sonucu Mısır, İtalya ve belki ileride Suudi Arabistan gibi ülkeler Türkiye’ye yakın durdukça, İsrail bölgede izole olmaya başlayacak ve agresif politikalarını sürdürme zemini daralacaktır.

3. Kamu Diplomasisi ve Psikolojik Harekat: Rum ve Yunan Halkına Yönelik İletişim:

Türkiye’nin çıkarlarını koruma stratejisinde, hedef ülke halklarını kazanmanın önemi büyüktür. Yunanistan ve GKRY yönetimleri Ankara’ya mesafeli olsa da, bu ülkelerin halkları nezdinde doğru mesajlarla algı değişikliği yaratılabilir. Özellikle “düşmanımın düşmanı dostumdur” prensibinden hareketle, Yunan ve Rum toplumlarına İsrail’in uzun vadede kendileri için de bir tehdit oluşturabileceği anlatılmalıdır.

GKRY ana muhalefet lideri Stefanos Stefanou’nun İsrail’in Kıbrıs’taki yayılmasından duyduğu endişeyi açıkça dile getirmesi, Türkiye için bulunmaz bir fırsattır. Ankara, diplomatik kanallardan ve medya aracılığıyla bu söylemi destekler nitelikte yayınlar yapabilir. Rumca ve Yunanca yayın yapan TRT veya özel kanallar vasıtasıyla, “Kıbrıs’ı Kıbrıslılardan başkası yönetmesin”“Filistin’de olanları gördünüz, Kıbrıs’ta benzeri olmasın” temalı içerikler üretilebilir. Özellikle Stefanou’nun “Toprağımızı elimizden alıyorlar, bu gidişle vatanımız bize ait olmayacak” şeklindeki çarpıcı sözleri, propaganda çalışmalarında kullanılabilir. Rum halkına, İsrail’in Filistin’de uyguladığı kademe kademe toprak satın alıp nüfusu artırma taktiğinin kendi başlarına da gelebileceği gösterilmelidir. Bugün Filistin, yarın Kıbrıs gibi sloganlarla, GKRY’deki sessiz işgal girişimine dikkat çekilebilir. Bu söylem zaten Rum muhalefetince dillendiriliyor; Türkiye sadece bunu daha geniş kitlelere duyurarak, GKRY hükümetine içeriden baskı oluşmasını sağlayabilir.

Benzer şekilde Yunanistan kamuoyunda da İsrail’e mesafe konulmasını teşvik eden bir iletişim stratejisi geliştirilebilir. Yunan halkının tarihi olarak Filistin davasına sempati duyduğu ve emperyalizme karşı hassas olduğu bilinmektedir. Türkiye, Yunan entelijansiyası ve medyasına yönelik mesajlarında insani değerler ve bölgesel halkların dayanışması temasını öne çıkarmalıdır. Örneğin, Türk ve Yunan halklarının deprem, yangın gibi afetlerde birbirine yardım elini uzattığı hatırlatılabilir. Filistin meselesinde de ortak insani tutum alınabileceği vurgulanabilir.

İsrail’in Gazze’de hastaneleri, okulları vurduğu olaylar Yunan basınında geniş yer bulmuştur. Türkiye, İsrail’in bu eylemlerini uluslararası hukuk perspektifinden kınayan mesajları Atina’ya iletip “Komşu ve dost Yunan halkının da bu hukuksuzluğa sessiz kalmayacağını biliyoruz” gibi ifadeler kullanabilir. Bu, Yunan hükümetini zorlayacak bir kamuoyu baskısına dönüşebilir. Politico’nun haberine göre Temmuz 2025’te Yunanistan’daki İsrail karşıtı protestolar öyle bir noktaya gelmiştir ki, hükümet ırkçılık yasalarını kullanarak halka gözdağı vermek zorunda kalmıştır. Bu da gösteriyor ki Yunan halkında İsrail’e tepki halihazırda mevcuttur. Türkiye bu tepkinin yapıcı bir mecrada (örneğin Filistin’e yardım kampanyaları, ortak barış çağrıları vb.) akmasını organize edebilir.

Somut adım olarak, Türk-Yunan sivil toplum diyaloglarıbaşlatılabilir. Ortak çalıştaylar, paneller düzenleyip Filistin ve Kıbrıs meselelerini ele alan entelektüel buluşmalar yapılabilir. Bu etkinliklere Filistinli konuşmacılar da davet edilerek, Yunan kamuoyu nezdinde İsrail’in uygulamalarının evrensel değerlere aykırı olduğu anlatılabilir. Yine Kıbrıslı Türk ve Rum akademisyenler, İsrail’in adadaki faaliyetleri üzerine ortak araştırmalar yayınlayabilir ve Türkiye bu çalışmaları destekleyebilir. Hedef, Yunan ve Rum toplumlarında “üçüncü taraflar dışarı, Kıbrıs Türk ve Rumlarındır! düşüncesini güçlendirmektir. Bu düşünce güçlendikçe, Atina ve Lefkoşa hükümetleri İsrail’le yakın ilişkiler konusunda halk baskısını hissedeceklerdir.

Ayrıca diaspora ve uluslararası kamuoyu nezdinde de Türkiye, İsrail karşıtı eleştirel söylemi desteklemelidir. Özellikle ABD ve Avrupa’da İsrail’in politikalarını eleştiren çevrelerle temasa geçilip, bunların Yunan ve Rum muhataplarıyla iletişim kurması sağlanabilir. Örneğin Amerikalı/İsrailli sol liberallerin (Bernie Sanders gibi) veya insan hakları örgütlerinin raporları Yunanca ve Türkçe’ye çevrilip dağıtılabilir. Bu tür çok kanallı iletişim, Türkiye’nin doğrudan söylemesi halinde tepki çekebilecek şeyleri dolaylı olarak hedef kitleye ulaştırma imkânı verir.

Psikolojik harekat boyutunda ise, İsrail’in provokasyon ihtimallerine karşı hazırlıklı olmak gerekir. Olası bir “false-flag saldırısı durumunda Türkiye, kendi tezini dünyaya anlatacak medya altyapısını hazır tutmalıdır. Uluslararası yayın yapan TRT World, Anadolu Ajansı gibi kuruluşların yanı sıra yabancı dilde sosyal medya hesapları anında devreye sokulmalı, olayı aydınlatıcı bilgiler paylaşılmalıdır. Örneğin Kıbrıs’ta bir bombalı eylem olsa ve fail belirsiz kalsa, İsrail yanlısı unsurlar hemen Türkiye’yi suçlayabilir. Buna mahal vermemek için, Türkiye kendi istihbarat bulgularını gecikmeksizin uluslararası toplumla paylaşmalı ve olayı araştırmak için GKRY tarafına ortak komisyon kurmayı bile önerecek kadar şeffaf davranmalıdır. Bu tutum, provokasyonların ters tepmesine yol açabilir.

Neticede kamu diplomasisi cephesindeki hedef, Yunan ve Rum halklarını İsrail-İngiltere ekseninin çıkarlarına hizmet eden politikalardan uzaklaştırmak, Türkiye ile müşterek çıkarlarda buluşturmak olmalıdır. İsrail’in saldırganlığı bu ortak tehdittir. Dolayısıyla Ankara, söylemini dikkatlice ayarlayarak Atina ve Lefkoşa’ya “asıl tehlike Türkiye değil, emperyalist emelleri için sizi kullanabilecek üçüncü ülkelerdir” mesajını vermelidir.

4. Sonuç: Çok Boyutlu Mücadele ile Caydırıcılık ve Barış 

İsrail’in agresif cephe genişletme hamleleri, Doğu Akdeniz’den Orta Doğu’ya uzanan geniş bir coğrafyada istikrarı tehdit etmektedir. Türkiye, tarihî ve coğrafî sorumluluğu gereği, bu denklemin tam merkezindedir. Bir yanda İsrail–Yunanistan–GKRY üçlüsünün Türkiye’yi çevreleme stratejisi; diğer yanda bu stratejinin halklar düzeyinde yarattığı hoşnutsuzluk mevcut. Ankara’nın yapması gereken, askeri caydırıcılıkla desteklenmiş etkin diplomasi, akılcı propaganda ve sağlam iç duruş ile bu meydan okumayı fırsata çevirmektir.

Bu raporda ortaya konan somut öneriler ışığında Türkiye şunları başarabilir:

• KKTC’de gereken askeri varlığı konuşlandırarak ve üsler kurarak İsrail ve destekçilerine kırmızı çizgilerini net şekilde gösterir. Bu caydırıcılık, Kıbrıs’taki oldu-bittileriönleyecek; Türk ve Rum halklarının dış manipülasyona karşı güvende hissetmesini sağlayacaktır.

• Mısır başta olmak üzere bölge ülkeleriyle geliştirilecek ittifaklar sayesinde, İsrail’in kurmaya çalıştığı blok parçalanır. Türkiye–Mısır işbirliği, İsrail’in yalnızlaşmasına yol açabilecek jeopolitik bir hamlediratlanticcouncil.org. İtalya gibi NATO müttefikleriyle yürütülecek yapıcı ilişkiler de Yunanistan’ın manevra alanını daraltacaktır.

• Yunan ve Rum kamuoylarına yönelik başarılı bir iletişim stratejisi, bu ülkelerin hükümetlerini İsrail’den uzaklaştırıp Türkiye’ye yakınlaştırabilir. Halk baskısıyla desteklenmeyen bir dış politika uzun süre sürdürülemez; Atina ve Lefkoşa, eğer halkları İsrail karşıtı bir tutum alırsa Ankara ile diyalog yollarını aramaya mecbur kalacaktır.

• Uluslararası arenada, İsrail’in Filistin’deki uygulamalarını en yüksek perdeden eleştirmeye devam eden Türkiye, ahlaki üstünlüğünü koruyacaktır. Bu da Kürt meselesi gibi konularda gelebilecek eleştirilere karşı kalkan görevi görecektir. Türkiye tutarlılıkla mazlumları savunurken terörle mücadele ettiğini gösterdiği müddetçe, İsrail’in algı operasyonları etkisiz kalacaktır.

Elbette tüm bu adımların nihai amacı, bölgede adil ve kalıcı bir barış tesis etmektir. Türkiye, iki devletli bir Kıbrıs çözümünü uluslararası toplumun gündemine almaya çalışarak yarım asırlık soruna gerçekçi bir çıkış yolu önermelidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2025’te BM görüşmelerinde de dile getirdiği gibi, federasyon modeli tıkanmıştır. Kıbrıs’ta yan yana yaşayan iki egemen devlet fikri artık ciddiyetle değerlendirilmelidir. Bu yaklaşım, Rum halkına da “ENOSİS hayali”nin peşinde koşan odakların aslında onları uçuruma sürüklediğini anlatacaktır.

Türkiye’nin kararlı duruşu ve çok katmanlı mücadelesi, İsrail’in emperyal hesaplarını boşa çıkarırken bölge halklarını da rahatlatacaktır. İsrail şunu anlamalıdır ki, agresif yayılmacılık dönemi ve ucuz taktikleri tükenmektedir. Nitekim 8 Ağustos’ta İsrail Genelkurmay Başkanı ve Netanyahu’nun yaptığı “ilhak yok, sivillere saldırı yok” minvalindeki açıklamalar, Ankara’nın diplomatik çabalarının da bir sonucudur. İsrail içinden yükselen bu itiraf niteliğindeki sesler, Türkiye’nin bölgesel vizyonunun doğruluğunu ortaya koymaktadır.

Son tahlilde, Türkiye lehine çok katmanlı bir strateji ile Kıbrıs’tan Doğu Akdeniz’e uzanan tabloda hamle üstünlüğü elde edilebilir. Bu üstünlük ne maceracı bir tutumla ne de pasif bir bekleyişle mümkündür. Söz konusu üstünlük, akılcı güç kullanımı ve akılcı diplomasinin birleşimiyle sağlanabilir. Türkiye, kendi hak ve menfaatlerini korurken bölgede barış ve istikrarı da hedefleyen ilkesiyle hareket ettiği sürece, İsrail’in azgın yayılmacı siyaseti durdurulabilecek ve tarihin doğru tarafında yer alınacaktır.

Michael Rubin’in nafile provokasyonlarına çok kısa ve net cevap verelim: Sen ve senin türevlerinin Türk’e duyduğu kin sizi bitirecek, çünkü Türk’ün varlığı kadim, sizin nefretiniz yaşamınız kadar geçicidir!

Tarih Türk’ü yazdı, Siyonizm’i değil!

-DMD

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir