Şafak Yıldırım ; Yeni Nesil Vekalet Savaşı ve NATO’nun Ontolojik Krizi

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
5 Dk. Okuma
5 Dk. Okuma

Uluslararası ilişkiler paradigmasında gözlemlenen tektonik bir kaymanın son tezahürü, 14 Temmuz 2025 tarihinde Washington’dan sızan bir bilgiyle somutlaşmıştır. Başkan Donald Trump yönetiminin, NATO müttefiklerine yönelik 10 milyar dolarlık bir silah satışını onaylama hazırlığı, ilk bakışta transatlantik bağların güçlendirilmesine yönelik rutin bir hamle gibi görülebilir. Ancak bu hamlenin alt metni, 21. yüzyıl jeopolitiğinin karmaşık, çok katmanlı ve dolaylı doğasını gözler önüne seren sofistike bir stratejik modelin ipuçlarını barındırmaktadır.

Zira bu silahların nihai varış noktasının Ukrayna olacağı gerçeği, söz konusu satışı basit bir ticari işlemden çıkarıp, ABD’nin küresel hegemonya mücadelesinde başvurduğu yeni nesil vekalet savaşının bir enstrümanına dönüştürmektedir. Bu model, NATO’nun de jure olarak benimsediği “savunma ittifakı” kimliği ile de facto olarak üstlendiği “taraf” rolü arasında derin bir ontolojik gerilim yaratmaktadır.

Washington’ın önerdiği mekanizma, doğrudan askeri müdahalenin getireceği siyasi ve askeri risklerden kaçınırken, Ukrayna’nın muharebe kapasitesini niteliksel olarak dönüştürmeyi amaçlayan ince ayarlanmış bir manevradır. ABD’nin üretici, NATO müttefiklerinin ise hem finansör hem de aracı aktör olarak konumlandırıldığı bu sistem, Trump’ın NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ile görüşmesinde ana hatları çizilen “üret-biz ödeyelim” doktrininin güncel bir tezahürüdür.

Bu formül, bir yandan Amerikan savunma sanayi kompleksini doğrudan sübvanse ederken, diğer yandan ittifak içi yük paylaşımı dinamiğini Washington lehine yeniden şekillendirmektedir. Böylelikle, Avrupa’daki NATO müttefikleri — kamuoylarında giderek yükselen savaş yorgunluğuna ve ekonomik sıkıntılara rağmen — Ukrayna’daki savaşın idamesi için dolaylı olarak sorumluluk üstlenmeye zorlanmaktadır.

Bu durum, NATO’nun kolektif savunma misyonunu, giderek bir üyenin (ABD) jeopolitik ajandasını finanse eden bir mekanizmaya dönüştürme riskini doğurmaktadır. Bu hibrit sistemde silahlar sadece mühimmat değil, aynı zamanda ekonomik baskı, siyasi yönlendirme ve ittifak içi hizalama araçları haline gelmektedir.

Bu stratejinin en çarpıcı ve provokatif boyutu ise, satış paketinin içeriğinde gizlidir. “Rusya’nın stratejik derinliklerini vurabilecek” uzun menzilli füze sistemlerinin bu paketlere dahil edilmesi, bu hamlenin yalnızca bir savunma destek operasyonu değil; aynı zamanda Moskova’ya yönelik asimetrik bir caydırıcılık ve bilinçli bir gerilim tırmandırma hamlesi olduğunu gözler önüne sermektedir.

Bu, savaşın coğrafyasını yalnızca cephe hatlarıyla sınırlı tutmaktan vazgeçip, çatışmayı Rusya’nın iç bölgelerine taşıma potansiyeli barındıran bir eşik aşımıdır. Bu hamle, NATO’nun varoluşsal dokusunu zedeleyerek Rusya ile olan rekabeti, doğrudan tehdit algısına dayalı bir karşılıklı tırmanma sarmalına dönüştürmektedir. Nitekim bu durum, sadece askeri değil, aynı zamanda psikolojik ve algısal bir savaş stratejisinin de parçası olarak okunmalıdır.

ABD’nin bu manevrası, NATO’nun giderek daha fazla taraflı bir güvenlik organizasyonuna evrildiğini kanıtlamaktadır. Kuruluş felsefesi “ortak savunma” olan NATO, artık açık biçimde jeopolitik müdahaleler için araçsallaştırılmakta; böylece tarafsızlık ve caydırıcılık gibi geleneksel ilkeler, büyük güç rekabetinin çıkarları doğrultusunda eriyip gitmektedir.

Bu sürecin sonucu, yalnızca ittifak içi güven bunalımı değil, aynı zamanda NATO’nun küresel ölçekte meşruiyet krizine sürüklenmesidir. Çünkü dünya kamuoyu açısından, NATO artık yalnızca bir savunma ittifakı değil, bölgesel savaşların destekçisi ve uzatılmış kolu olarak algılanmaya başlamıştır.

Bu gelişmeler, stratejik otonomi arayışındaki Türkiye gibi bölgesel aktörler için ittifak ilişkilerinin yeniden gözden geçirilmesini zorunlu kılmaktadır. Washington’un bu hibrit silah mekanizmasıyla oluşturduğu yeni denklem, Türkiye’nin yalnızca teknik değil, jeopolitik ve ideolojik olarak da bir tercihle karşı karşıya bırakıldığını göstermektedir.

Ankara için asıl mesele, bu zincirin nüfuz altındaki halkalarından biri mi, yoksa kendi bölgesel çıkarlarını önceliklendiren bağımsız bir eksen mi olacağıdır. Özellikle Ege, Doğu Akdeniz ve Kafkasya’daki gerilim hatları düşünüldüğünde, Türkiye’nin kendi milli savunma sanayiini güçlendirmesi ve asimetriyi dengeleyecek diplomatik manevra alanları inşa etmesi, bu yeni dönemde daha da hayati hale gelmektedir.

Sonuç olarak, tanık olduğumuz bu 10 milyar dolarlık satış hamlesi, klasik diplomasinin yerini askeri-finansal hibrit stratejilere bıraktığı yeni bir dönemin habercisidir. Bu dönemde silahlar yalnızca savaş araçları değil; jeopolitik yönlendirme, ittifak içi hizalama ve ekonomik zorlama mekanizmaları haline gelmektedir.

Bu bağlamda ABD’nin söz konusu hamlesi, yalnızca bir satış değil, aynı zamanda bir doktrin, bir yön tayini ve bir meydan okuma anlamı taşımaktadır. Ve bu yön, çok kutupluluğun kaotik sınırlarında ilerleyen dünya sisteminde, savaşların cephelerden çok masalarda, bankalarda ve üretim bantlarında yürütüleceği bir geleceğe işaret etmektedir.

Bu nedenle söz konusu gelişmeler yalnızca bölgesel değil, küresel barış mimarisi açısından da endişe verici bir tablo çizmektedir. Yeni dönemde artık sorulması gereken soru şudur: “Silah kimin elinde?” değil, “Silah kimin adına konuşuyor?” ve “Hangi stratejiyi uyguluyor?

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir