Tarih, milletlerin hafızasıdır. Bu hafızanın içinde, nesilleri birbirine bağlayan, milli kimliği inşa eden ve geleceğe yön veren milat niteliğinde günler vardır. Türk milletinin ortak şuurunda, 26 Ağustos, işte böylesine iki kritik eşiğin, aradan geçen 851 yıla rağmen aynı mukadderat çizgisinde kesiştiği bir gündür. Bu tarih, yalnızca bir takvim yaprağı değil, bir milletin diriliş iradesinin, istiklâl aşkının ve zaferlerle yoğrulmuş destanının iki farklı asırdaki tezahürüdür.
26 Ağustos 1071’de Malazgirt ovasında, Büyük Selçuklu Hükümdarı Sultan Alparslan’ın önderliğindeki ordu, Doğu Roma İmparatoru’nun muazzam ordusuna karşı tarihî bir mücadeleye girişmiştir. Bu muharebe, sıradan bir sınır çatışması olmanın çok ötesinde, jeopolitik dengeleri temelden sarsacak bir nitelik taşımaktadır. Alp Arslan’ın uyguladığı hilal taktiği ve askerlerine olan güveni, sayısal ve teçhizat üstünlüğüne sahip Bizans ordusunu hezimete uğratmıştır.
Malazgirt Zaferi, yalnızca askerî bir başarı değil, aynı zamanda siyasî ve sosyolojik sonuçları itibarıyla bir dönüm noktasıdır. Bu zafer, Anadolu’nun kapılarını Türk-İslam medeniyetine açmış, bölgenin etnik, dinî ve kültürel dokusunu kalıcı bir biçimde değiştirmiştir. Anadolu’nun “vatan” olarak benimsenmesi sürecinin başlangıç evresini teşkil eden bu hadise, gelecekte bu coğrafyada yeşerecek olan Türkiye Selçuklularının, beyliklerin ve nihayetinde Osmanlı Devleti’nin nüvesini taşıyan bir maya olmuştur. Bu zafer, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinin başlangıç fitilini ateşleyerek dünya tarihinin seyrini değiştirmiştir.
Tarihin derin ironisi ve Türk milletinin azminin bir tezahürü olarak aradan geçen 851 yılın ardından, aynı gün, aynı vatan topraklarında, bu sefer varlığını yeniden tesis etmek için bir destan daha yazılmıştır. 26 Ağustos 1922, Türk Kurtuluş Savaşı’nın son evresinin başladığı gündür. Başkomutan Gazi Mareşal Mustafa Kemal Paşa, Kocatepe’den verdiği emirle yalnızca bir taarruzu değil, bir milletin esarete karşı duruşunu ve tam bağımsızlık iradesini yönetmiştir.
Bu harekât, modern askerî tarihin en ustalıklı taarruz planlarından biri olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyanın imkânsız gördüğü bir hedef, Türk’ün demir yumruğuyla hayata geçirilmiştir. Ancak bu zaferin arkasındaki asıl güç, hiç şüphesiz ki Milli Mücadele ruhudur. Büyük Taarruz, vatanın her karış toprağı için canını seve seve verecek bir milletin, küllerinden doğuşunun ve istiklalini tüm dünyaya kabul ettirişinin adıdır. 30 Ağustos Zaferi ile taçlanan bu süreç, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusunun alındığı andır.
Bu iki 26 Ağustos, aralarında asırlar olmasına rağmen Türk milli kimliğinin inşasında ortak bir paydaya sahiptir. İlki, bu vatanın tapusunun alınışı; ikincisi ise aynı vatanın işgalcilerden ebediyen temizlenerek üzerinde bağımsız bir cumhuriyetin kuruluşunun ilanıdır. Malazgirt, Anadolu’ya açılan kapıysa Büyük Taarruz, o kapıyı bir daha kapanmamak üzere sağlamlaştıran, demir ve çelikle ören bir irade beyanıdır.
Bu müstesna gün, bize şunu hatırlatmalıdır ki Türk milletinin tarihi, zorluklar karşısında direnme, özgürlük uğruna her bedeli göze alma ve zaferi en umutsuz koşullarda dahi kucaklama iradesiyle yazılmıştır. Bu tarih, sadece geçmişi anmak için değil, bugünü anlamlandırmak ve yarını inşa etmek için okunmalıdır. Atalarımızdan, Alparslanlardan, Mustafa Kemallerden devraldığımız bu kutsal vatan mirasının bekçileri olarak her 26 Ağustos’ta bu şuurla dolarak birliğimizi, dirliğimizi ve istiklalimize olan bağlılığımızı idrak ederek yeniden hatırlamalıyız. Çünkü bu topraklar, her karışında şehit kanı ve zafer destanı yatan aziz bir vatandır ve onu korumak, yaşatmak, bu toprakların evlatları olarak en asli ve kutlu vazifemizdir!
Ne mutlu bu şuurla yaşayanlara ve bu tarihe sahip çıkanlara!

