Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN
Bir Neo-con’un Son Çırpınışları: Yeni Lawrence Michael Rubin’in Türkiye’yi Hedef Alan Yeni İddiaları
- Rubin’in Son Yazılarındaki Türkiye Karşıtı Söylemler
Fosil “neo-con” Michael Rubin, Temmuz ayının sonu ve Ağustos ayının başında Middle East Forum, Washington Examiner ve National Security Journal gibi platformlarda yayımladığı bir dizi yazıyla doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’yi hedef alan iddialarda bulundu. Bu yazılarda Rubin, Türkiye’nin bölgesel politikalarını çatışma ve istikrarsızlık kaynağı olarak göstermeye çalışıyor. Rubin’in tezleri, Türkiye açısından hem diplomatik alanda hem de ulusal güvenlik boyutunda bir dizi tehdit içeriyor ve bunların ciddiyetle analiz edilmesi gerekiyor. Nitekim bu iddialar, Türkiye’nin müttefikleri nezdindeki imajına zarar verme ve ülkenin çıkarlarına karşı cephe oluşturma potansiyeli taşıyor.
Washington Examiner’daki yazısında Rubin, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı ABD’ye yönelik bir tehdit olarak resmetmiştir. Rubin’e göre Erdoğan yönetimi, Washington Büyükelçiliği ve kültürel kuruluşları kullanarak ABD’deki Türk muhalifleri hatta ABD vatandaşlarını izlemek ve sindirmek için faaliyet yürütmektedir. Daha da çarpıcısı, Trump yönetiminin Erdoğan’a müsamahakâr tutumunun, Erdoğan’ı ABD topraklarında cinayet bile işleyebileceğine inandırdığını iddia etmektedir. Rubin açıkça “Trump’s deference to Turkey leads Erdoğan to believe he can get away with murder” diyerek Türkiye’yi ABD içinde suikast planlayabilecek bir ülke konumuna indirgeyip alarm zillerine basmaktadır. Bu son derece ağır ve temelsiz bir ithamdır. Dost ve müttefik bir ülke olan Türkiye’nin İran veya Rusya gibi Amerikan vatandaşlarını hedef alacağı imasında bulunmak, Türkiye’nin uluslararası imajına yönelik bir karalama çabasıdır. Türkiye’yi otoriterlikle suçlayıp lisansüstü okulum Harvard’a uyguladığı baskı açıkça ortada olan Trump’ı Libya’ya müdahil olmaya zorlayan bu fosil neo-con, ABD’den yaptırım ve tepki görmesi gerektiğini savunan söylemleriyle, iki ülke arasındaki güveni zedelemeyi amaçlamaktadır. Elbette ki Türkiye, böyle mesnetsiz iddiaları reddetmekte ve ABD ile işbirliğine verdiği önemi vurgulamaktadır. Türkiye’nin onlarca yıldır terörle mücadelede ABD’ye destek verdiği düşünüldüğünde, Rubin’in çizdiği bu tablo gerçeklikten uzaktır.
Rubin’in kaleme aldığı bir diğer dikkat çekici yazı, Kafkasya’daki Zengezur Koridoru meselesi üzerinden Türkiye’yi ele almaktadır. Middle East Forum’da yayımlanan bu analizde Rubin, Azerbaycan’ın Ermenistan’dan talep ettiği koridorun barış değil savaş amacı güttüğünü savunurken, Türkiye’yi de Azerbaycan’la birlikte Ermenistan’ı abluka altına almaya çalışan bir güç olarak tasvir ediyor. Rubin’e göre “Both Azerbaijan and Turkey blockade Armenia, seeking to starve it into submission” yani Azerbaycan ve Türkiye Ermenistan’ı aç bırakarak teslim olmaya zorluyor. Hatta Türkiye’nin de dahil olduğu bu blokaj sayesinde Ermenistan’ın güney sınırı kapatılırsa ülkenin adeta kuşatılıp açlığa mahkûm edilebileceğini öne sürüyor. Kendisi, Siyonist İsrail lobisi yüzünden ABD’nin Gazze’deki trajediye sessiz kaldığından dolayı suçluluk psikolojisiyle amansız bir biçimde bölgenin lideri potansiyeli taşıyan Türkiye’ye saldırıyor. Bu söylem, Türkiye’yi uluslararası toplum nezdinde agresör ve insanlık krizine yol açan taraf olarak göstermeyi amaçlıyor. Oysa Türkiye’nin resmi politikası, Güney Kafkasya’da kalıcı barış ve iş birliği zemini oluşturmak ve Rubin’in atladığı üzere millet-i sadıka olan Ermeni kökenli Türk vatandaşlarının bizim çatımız altında yüzyıllarca güvende yaşadığı gerçeğidir. Türkiye 2020’deki Karabağ savaşı sonrasında bölge ülkeleriyle normalleşme adımları atmış ve Ermenistan’a da diplomatik diyalog kanalları açarak Paşinyan ile uzlaşma sağlamıştır. Rubin’in iddiasının aksine, Türkiye’nin Bakü ile iş birliği bölgeyi ablukaya almak değil, entegrasyona uğraşmak şeklinde tezahür etmiştir. Bu yazı, üçüncü tarafları Türkiye’ye karşı Ermenistan’ı desteklemeye yönlendirme riskini taşıyan bir dezenformasyon niteliğindedir ve Türkiye’nin bölgedeki barışçı girişimlerini gölgeleme potansiyeli barındırmaktadır. Bu konuda önümüzdeki aylarda Ermeni Sorunu’nun medya aracılığıyla gündeme getirilmesi ihtimaline binaen dikkatli olunmalıdır.
Rubin, Orta Doğu’daki gelişmelere dair yazılarında da Türkiye’yi hedef almayı sürdürmektedir. Özellikle İsrail-Filistin bağlamında, Avrupa liderlerinin Filistin devletini tanıma girişimlerini eleştirirken Türkiye’nin rolünü kötü niyetli bir aktör olarak çizmektedir. Rubin’e göre Fransa ve İngiltere’nin Filistin’i tanıma vaadi, terörü ödüllendirecek tehlikeli bir emsal yaratmaktadır. Halbuki kendisi Somali’de El-Shabaab terör örgütünü ve Yemen’deki terör gruplarını sınırsız biçimde destekliyor.
Bu noktada Türkiye’yi de işin içine katarak, bağımsız bir Filistin devleti kurulursa Türkiye’nin bunu İsrail, Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan’ı istikrarsızlaştırmak için bir sıçrama tahtası gibi kullanacağını iddia ediyor. Rubin açıkça “Turkey would use a Palestinian state as a bridgehead to destabilize not only Israel, but also Jordan, Egypt, and Saudi Arabia” diyerek Türkiye’yi bölgedeki düzeni bozmaya hevesli bir güç gibi lanse etmektedir. Bu ifade, Türkiye’nin son dönemde bu ülkelerle geliştirdiği ilişkileri gözardı eden, önyargılı bir yaklaşımdır. Zira Türkiye son yıllarda Mısır ve Suudi Arabistan ile karşılıklı ziyaretlerle yeni bir sayfa açmıştır.
Türkiye, Filistin konusunda da her zaman iki devletli çözümü ve barışçıl müzakereleri savunmuştur. Rubin ise Türkiye’yi sanki bölgede kaos peşinde koşan bir aktör gibi göstermeye çalışarak, Türkiye’nin Arap dünyasıyla yakınlaşma çabalarına gölge düşürmektedir. Dahası, aynı yazıda Rubin Hamas’ın varlığını sürdürmesinde Türkiye’nin mali desteğinin payı olduğunu öne sürerek (“Hamas survives on the Iranian, Turkish, and United Nations’ dime”) Türkiye’yi terörizme finansörlük yapmakla itham etmektedir. Bu son derece ciddi ve asılsız bir suçlamadır. Türkiye, Hamas konusunda uluslararası toplumla benzer kaygıları paylaşmakla birlikte, Filistin halkının meşru temsilini ve insani durumunu gözeten bir çizgi izlemektedir. Rubin ise İsrail askerlerinin terör eylemlerine ve çocukların açlıktan ölmesine sebebiyet veren ablukaya destek olmaktadır. Rubin’in bu tür ithamları, Türkiye’yi Batı nezdinde terör destekçisi gibi gösterip yaptırımlara zemin hazırlamayı amaçlayan söylemlerdir.
Rubin’in Türkiye’yi hedef alan en tehditkar görüşlerinden biri de Türkiye’nin iç dinamikleri ve geleceğiyle ilgilidir. National Security Journal’da ve Middle East Forum Observer’da yayımlanan en güncel yazılarında Rubin, PKK sorununu merkeze alarak Türkiye’nin toprak bütünlüğüne yönelik provokatif kehanetlerde bulunmuştur. Avrupa’nın Filistin hamlelerinin dünyanın diğer ayrılıkçı hareketlerini cesaretlendireceğini savunan Rubin, Türkiye’deki Kürtlerin yeniden silaha sarılmasının muhtemel olduğunu iddia etmektedir: “Kurds in Turkey still want their freedom and will likely take arms again if the Turkish government does not… negotiate sincerely” şeklindeki ifadesi, PKK terörünün yeniden tırmanabileceğine adeta zemin hazırlayan bir söylemdir. Rubin burada da durmayıp daha ileri giderek, Filistin tanınırsa bunun benzer şekilde Kürtlere de emsal oluşturacağını ve nihayetinde Türkiye’nin parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu öne sürmektedir. “[The] recognition of Palestine… sets the stage for a future partition of Turkey” diyen Rubin’e göre Türkiye ve Etiyopya eninde sonunda bölünecektir, soru sadece zamanıdır.
Bir analistin, müttefik bir ülkenin bölünmesini alenen tartışması ve bunu neredeyse teşvik eden bir üslupla dile getirmesi diplomatik teamüllerle bağdaşmadığı gibi Türkiye açısından doğrudan bir beka tehdidi çağrışımı yapmaktadır. Bu söylem, Türkiye’deki milyonlarca Kürt vatandaşın ülkenin asli unsuru olduğu gerçeğini yok sayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına saldırı niteliği taşıyan bir yaklaşımdır. Rubin’in söz konusu ifadeleri, tarihsel olarak da hassas bir yaraya tuz basmak gibidir. Zira İstiklal Savaşı sonrasında Sevr Antlaşması’nda dayatılan parçalanma planları Türk ulusu tarafından boşa çıkarılmışken, bugün yeniden benzer fikirleri dillendirmek art niyetli bir tutumdur. Bu nedenle Rubin’in bu sözleri Türkiye’de haklı ve güçlü tepkiyle karşılanmıştır.
Ayrı bir başlık olarak belirtilmesi gereken mesele ise şudur: Michael Rubin, son iki haftada yayımladığı yazılarında öncelikli olarak Yemen, Suudi Arabistan ve Somali bağlamında bölgesel istikrarı tartışmaya açıyor. Bu analizlerin çoğu dolaylı biçimde Türkiye’ye yönelik dış politika algısını şekillendirme potansiyeli taşıyor. Rubin’in bu konulardaki önerileri, özellikle Türkiye’nin Kızıldeniz-Güney Asya deniz yollarındaki rolü, coğrafi yakınlığı ve bölgesel diplomatik etkinliğini göz önünde bulundurarak hem tehdit hem de fırsat algıları yaratabiliyor. Aşağıda Rubin’in bu üç ülke bağlamında ileri sürdüğü görüşleri ve Türkiye’nin bunlara karşı geliştirmesi gereken refleksleri ele alıyoruz.
2. Yemen ve Suudi Arabistan: Rubin’in Algı Yaratma Stratejisi
a) Saudi Ambivalence to Houthis Encourages Terrorism (26 Temmuz 2025)
Rubin, Suudi Arabistan’ın Houthilere karşı ikircikli duruşunun terörizmi teşvik ettiğini savunuyor; Riyad’ın hem askeri hem diplomatik açıdan yeterince kararlı olmadığını, bu boşluğun İran destekli Houthi milislerinin güçlenmesine yol açtığını belirtmektedir. Rubin’e göre bu “ambivalans” Yemen’de çatışmayı derinleştirerek bölgesel güvenliği tehdit ediyor.
b) “To Save Yemen, Destroy Its Ports?” (19 Temmuz 2025)
Rubin’e göre Yemen limanlarının (özellikle Hudeyde ve Salif) Houthiler tarafından hem yardım hem silah tedarik aracı olarak istismar edilmesi, akut bir tehdittir. Çözüm olarak bu limanların ABD veya müttefik güçlerce askeri operasyonla kullanılamaz hale getirilmesini öneriyor; ardından yardımın Aden ve Mukalla gibi limanlardan yeniden yönlendirilmesini savunuyor. Bu öneri, insani kriz derinliğini göz ardı eden, askeri çözümcü bir tutum taşıyor.
c) “Can South Yemenis Fight Independently?” ve “Yemen’s Presidential Leadership Council Failed”
Rubin, Yemen’in merkezi hükümetinin başarısız olduğunu, Güney Yemen’in bağımsızlığının istikrar için daha rasyonel bir yol olduğunu ileri sürüyor. Ayrıca, Yemen’in siyasi liderlik konseyi oluşumunun iş işlevsiz kaldığını savunarak, ülkenin fiili olarak ikiye bölünmesinin makul bir çıkış olduğunu öne sürüyor.
3. Somali Üzerinden Türkiye’ye Yansımalar: “It’s Time to Cut Off Somalia’s Military Assistance” (13 Temmuz 2025)
Rubin, Somali hükümetine sağlanan askeri yardımların boşa gittiğini, ülkenin yolsuzluk batağında ve güçlü yönetime sahip olmadığını belirtiyor. Somali’deki yardım politikasının, Al-Shabaab gibi terör örgütlerine alan açtığını iddia ediyor ve desteğin tamamen kesilmesi çağrısı yapıyor. Bu yaklaşım, Türkiye’nin Somali’deki insani ve güvenlik yatırımlarını gölgeleyebilir zira Türkiye hem BM, hem faydalı kalkınma projeleri hem de barış gücü katkılarıyla Somali’de aktif rol oynuyor.
4. Rubin’in Bu Yaklaşımları Türkiye Açısından Neden Riskli?
A. Terör, Ayrılık ve Bölünme Algısının Türkiye’ye Yansıtılması
Rubin’in Yemen’de merkezî yönetimi yetersiz görüp, Güney Yemen’i bağımsız bir aktör olarak öne çıkarması ve Somali’de merkezi hükümete karşı olan bölücülüğü onaylaması, Türkiye’de benzer formatlarda ABD’nin özerklik hareketlerini destekleyebilme potansiyelini oluşturmaktadır. Bu algı, Türkiye’nin üniter yapısını ve istikrarını yasadışı tehditlerle bağdaştırabilir.
B. Sahadaki Güç Kullanımı ve NATO’nun İttifak İlkelerine Aykırılık
Rubin’in açıkça askeri çözüm önerileri (limanları yok etme, Houthilere karşı operasyon) uluslararası hukuk ve BM Şartı’nın temel ilkeleriyle çelişmektedir. Türkiye, bu tür askeri müdahaleleri “sorun çözme” değil “çatışma derinleştirme” olarak değerlendirmeli ve bu çerçevede olası “proxy war” risklerine karşı stratejik açıdan uyanık olmalıdır.
C. Türkiye’nin Güney eksenli Jeopolitik Etkisinin Zayıflatılması
Somaliland ve Güney Yemen gibi statü değişikliği iddiaları, Türkiye’nin bu coğrafyalarda yürüttüğü “devlet inşa” diplomasisini zayıflatıcı bir öğreti oluşturabilir. Rubin’in önerileri, Türkiye’nin desteklediği merkezi yönetimlerin meşruiyetine gölge düşürebilir.
5. Türkiye’nin Stratejik ve Diplomatik Refleksleri
I. İç ve Dış Sahada Algı Yönetimi – Kamu Diplomasisi
Türkiye, Rubin gibi figürlerin iddialarına karşı uluslararası kamuoyuna yönelik proaktif iletişim politikasını güçlendirmelidir. Yemen ve Somali gibi ülkelerde Türkiye’nin BM, İİT ve AGİT gibi kuruluşlarla yürüttüğü insani ve kalkınma projeleri, limanların insani erişimdeki rolü ve Somali’deki bölgesel yönetimlere verdiği destek etkin şekilde anlatılmalıdır. Ayrıca Rubin’in liman imha önerisine karşı olarak, uluslararası insani hukuk çerçevesinde limanların siviller için kritik koruma alanı olduğu vurgulanmalıdır.
II. Çok Taraflı Diplomasi ve Uluslararası Hukuk Vurgusu
Türkiye, BM ve AGİT gibi mekanizmalar aracılığıyla Yemen, Somali ve Suudi Arabistan’daki krizlere barışçıl çözümler önerdiğini vurgulamalıdır. Rubin’in askeri yaklaşım önerilerine karşı olarak, uluslararası hukuk ve çok taraflı çözüm yolları savunulmalıdır. Aden ve Mukalla gibi limanların güçlendirilmesi, UNESCO, BM ve Yemen’deki yerel aktörlerle birlikte sürdürülebilir yardım koridorları oluşturacak projeler desteklenebilir.
III. Savunmacı Realizm ve Güç Dengesi Yaklaşımı
Türkiye, Rubin’in önerdiği askeri çözümleri, savunmacı dış politika doktrini perspektifiyle yanıtlamalıdır. Realist dış politikada, güçlü savunma kapasitesi ve caydırıcılık önemli olsa da Türkiye uluslararası normlara bağlı, itibarını kaybetmeyen bir çizgide durmalıdır. Houthi tehdidine karşı ise Türkiye’nin alan hakimiyetini destekleyecek istihbarat paylaşımı ve lojistik katkılarla sahada pozisyon alması mümkündür.
IV. Somali ve Yemen’de Alternatif Aktörlerle İşbirliği
Rubin’in Somaliland ve Güney Yemen’i öne çıkarma yaklaşımına karşı Türkiye, bu dönemde Somaliland gibi özerk yapılara karşı durarak merkezi yönetimin egemenliğini de açıkça savunmalıdır. Yardım ve iş birliği politikasında denge yakalanmalı, hem merkezi hükümetlerle hem yerel geçici aktörlerle çalışarak kapsayıcı diplomasiyi sürdürmek gereklidir.
6. Sonuç: Türkiye’nin Diplomatik ve Stratejik Refleksleri
Michael Rubin’in yazılarında dile getirilen bu itham ve senaryolar, Türkiye’ye yönelik bir tür psikolojik ve siyasi baskı oluşturma çabası olarak değerlendirilebilir. Türkiye, ulusal çıkarlarını korumak ve uluslararası itibarını savunmak için geçmişten gelen diplomatik birikimini ve dış politika doktrinlerini devreye sokmalıdır. Nitekim Türk dış politikası, Osmanlı’dan miras kalan ve Cumhuriyet boyunca da süregelen bir “savunmacı realizm” geleneğine sahiptir. Tarih boyunca toprak bütünlüğünü koruma içgüdüsü, Türk diplomasisinin temel refleksi olmuştur. Uzmanlara göre “The Turkish Republic inherited their defensive realpolitik security culture from the Ottoman Empire”, yani Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan savunmacı, gerçekçi bir güvenlik kültürünü miras almıştır. Bu miras, Türkiye’nin dış tehditlere karşı uyanık ve milli bekayı önceleyen bir politika benimsemesini sağlamıştır. Rubin’in söylemlerine karşı da Ankara’nın ilk tepki refleksi, kendi egemenlik haklarını ve toprak bütünlüğünü tavizsiz savunmak olmalıdır. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideali olan “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi rehberliğinde, hem içeride birlik ve beraberliği tahkim etmek hem de dışarıya karşı kararlı bir duruş sergilemek gereklidir.
Diplomatik alanda, Türkiye öncelikle müttefiklerine ve uluslararası topluma yönelik proaktif bir bilgilendirme ve iletişim stratejisi izlemelidir. Rubin gibi aktörlerin tek taraflı ve çarpıtılmış anlatılarına karşı, Türkiye’nin gerçek pozisyonunu anlatan diplomatik girişimler önem kazanıyor. ABD ile ilişkilerde, Rubin’in iddialarının asılsızlığını göstermek için güvenlik ve istihbarat alanındaki işbirliği örnekleri vurgulanabilir. Washington’da karar alıcılara, Türkiye’nin ABD topraklarında yasadışı faaliyetlere girişmediği, aksine yıllardır DEAŞ ve El Kaide gibi terör örgütlerine karşı ABD ile omuz omuza mücadele ettiği hatırlatılmalıdır. Oluşturulmak istenen “düşman müttefik” imajının gerçeği yansıtmadığı somut verilerle ortaya konulmalıdır. Ayrıca, diaspora faaliyetleri konusunda Türkiye’nin uluslararası hukuka saygılı davrandığı, başka ülkelerde suç işlemeye tevessül etmediği net biçimde iletilmelidir. Bu çerçevede, diplomatik kanallar ve diyalog mekanizmaları sonuna kadar kullanılmalı; gerektiğinde karşı tarafın endişelerini gidermek için şeffaf adımlar atılabileceği gösterilmelidir. Ankara, müttefiklik hukuku çerçevesinde eleştirileri yapıcı diyalogla ele almaya hazır olduğunu beyan etmelidir.
Türkiye, Rubin’in bölgesel politikalarla ilgili iddialarını boşa çıkarmak için de çok taraflılık ilkesini güçlü şekilde kullanmalıdır. Özellikle Orta Doğu ve Kafkasya politikalarında Ankara’nın niyetinin saldırganlık değil, istikrar olduğunu kanıtlamanın en iyi yolu uluslararası iş birliğiyle hareket etmektir. Dışişleri Bakanlığı’nın vizyon belgelerinde de vurgulandığı üzere “Solution to global challenges requires… effective multilateralism. This understanding guides Türkiye’s active diplomacy within multilateral fora” – küresel sorunların çözümü etkin çok taraflılık gerektirir ve Türkiye de dış politikasında çok taraflı diplomasiye aktif biçimde sarılmaktadır. Bu kapsamda Türkiye, Birleşmiş Milletler, AGİT ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi platformlarda arabuluculuk rolünü sürdürerek, aslında barış ve diyaloğu teşvik eden bir aktör olduğunu göstermektedir. Nitekim Türkiye halen BM, AGİT ve İİT bünyesindeki Arabuluculuk Dostlar Grubu’na eşbaşkanlık eden tek ülkedir. Bu husus, barışçıl çözüm arayışlarının bir göstergesidir. Rubin’in Ermenistan konusunda ortaya attığı tezlere cevaben, Türkiye uluslararası toplum huzurunda Ermenistan’la normalleşme iradesini teyit edebilir ve Güney Kafkasya’da tüm tarafların kazanacağı ulaşım koridoru projelerine açık olduğunu ilan edebilir. Örneğin, Zengezur Koridoru tartışmasında Türkiye kendi pozisyonunun barış ve refaha hizmet ettiğini göstermek adına AGİT veya ilgili bölgesel mekanizmaları devreye sokarak çözüm arayabilir. Bu sayede, Rubin’in çizdiği tek yanlı resim yerine, tarafların makul güvenlik endişelerinin gözetildiği dengeli bir yaklaşım uluslararası topluma sunulmuş olur.
Benzer şekilde, Ortadoğu’daki algı savaşlarına karşı Türkiye’nin son yıllarda attığı normalleşme adımlarını hızlandırması ve bunları dünyaya iyi anlatması gerekecektir. İsrail ile diplomatik ilişkilerin yeniden tesis edilmesi, Mısır’la on yıl sonra büyükelçiliklerin karşılıklı açılması, Suudi Arabistan ve BAE ile stratejik iş birliğinin gelişmesi gibi olumlu hamleler, Türkiye’nin bölgede yapıcı bir aktör olduğunu ortaya koyan somut göstergelerdir. Ankara bu örnekleri öne çıkararak, hiçbir ülkenin istikrarını bozma niyeti olmadığını, tam tersine bölgesel barış için çabaladığını vurgulamalıdır. Filistin meselesinde de Türkiye’nin duruşu ilkeseldir: Filistin halkının meşru haklarını savunurken aynı zamanda bölgede kalıcı barış için iki devletli çözüme bağlı kalınmasını savunmaktadır. Dolayısıyla Türkiye hem İsrail’in güvenlik endişelerini hem Filistinlilerin devlet olma arzusunu dengeleyecek bir diplomasi yürütmeye çalışmaktadır. Bu gerçek, uluslararası arenada dile getirilerek Rubin’in “Türkiye kaostan medet umuyor” şeklindeki anlatısının dayanaksız olduğu ispatlanmalıdır. Ayrıca, Türkiye’nin terörizmin her türüne karşı duruşu nettir: DEAŞ’a karşı ılımlı muhaliflerle birlikte sahada mücadele eden tek NATO ülkesi Türkiye’dir; keza PKK’ya karşı mücadele de hem kendi ulusal güvenliği hem müttefiklerin güvenliği içindir. Dolayısıyla Türkiye’nin Hamas gibi örgütlere desteği olduğu yönündeki ithamlara karşı da Ankara, teröre karşı işbirliği sicilini hatırlatmalı ve kim olursa olsun sivilleri hedef alan şiddeti mazur görmeyeceğini vurgulamalıdır.
Türkiye’nin bir diğer önemli refleksi ise savunmacı güvenlik politikalarını kararlılıkla sürdürmek olmalıdır. Rubin’in özellikle Kürt meselesi üzerinden dile getirdiği tehditkâr senaryolar, Türkiye’nin terörle mücadele ve ulusal bütünlüğü koruma azmini sarsmamalıdır. Aksine, Ankara bir yandan ülke içinde vatandaşlarının demokratik haklarını genişletme ve toplumsal bütünleşmeyi güçlendirme adımlarını atarken, diğer yandan terör örgütlerine karşı sınır ötesi dahil tüm tedbirleri almaya devam edecektir. Nitekim geçmişte çözüm süreci gibi girişimlerle barışçıl çözüm arayan ancak PKK’nın yeniden şiddete dönmesiyle hayal kırıklığı yaşayan Türkiye, artık toplumsal barış ile güvenlik tedbirlerini birlikte götürme yaklaşımındadır. Rubin’in “Türkiye parçalanacak” kehanetine verilecek en iyi cevap, ülke içerisinde birlik ve beraberliği tahkim etmek ve uluslararası toplum nezdinde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygının tartışılmaz bir ilke olduğunu yeniden hatırlatmaktır. Unutulmamalıdır ki uluslararası hukukun temel prensiplerinden biri ülkelerin egemen eşitliği ve toprak bütünlüğüdür. Türkiye de kendi bütünlüğüne yönelik en ufak bir tehdidi uluslararası platformlarda güçlü biçimde dile getirme ve gerekirse fiilen bertaraf etme hakkına sahiptir. Bu noktada diplomasi kadar, askeri caydırıcılığın ve ittifak mekanizmalarının devreye sokulması da önemlidir. Türkiye, NATO içerisindeki konumunu da hatırlatarak, bölünme senaryolarının gerçekçilikten uzak hayaller olduğunu, böyle bir girişimin uluslararası barış ve güvenliği de tehlikeye atacağını muhataplarına anlatmalıdır.
6. Sonuç
Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana sayısız sınamayı atlatmış, içeride ve dışarıda egemenliğini savunmuş bir ülkedir. Bugün de aynı kararlılıkla, realist ve çok taraflı dış politika çizgisini koruyarak ulusal çıkarlarını müdafaa edecek güç ve kapasiteye sahiptir. Rubin gibilerin sözlü saldırıları, Türkiye’yi hedeflerinden alıkoyamayacaktır. Tam tersine, Ankara’yı daha da diplomasiyi güçlendirmeye, müttefikleriyle bağlarını tahkim etmeye ve bölgesel istikrar için yapıcı rolünü sürdürmeye teşvik etmelidir. Türkiye, tarihinden ve stratejik kültüründen gelen özgüvenle hem masada hem sahada güçlü kalarak bu tür ithamları boşa çıkaracaktır. Unutulmamalıdır ki uluslararası ilişkilerde en iyi cevap, söylemde değil icraatta verilir: Türkiye de barışa dayalı, çok taraflı ve savunmacı dış politika refleksleriyle hareket ederek, kendisini hedef alan bu tür kampanyaları etkisiz kılacaktır.
Türk olmak şereftir, yolumuz açıktır!
-DMD

