Diplomasi’de ABD İntihali’ne Rağmen Türkiye’nin Barışta Vazgeçilmez Hakemliği: Alaska Buluşması Gelecek Projeksiyonu

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
10 Dk. Okuma
10 Dk. Okuma

Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN

Sun Tzu tarafından altı çizilen basit bir gerçeklik vardır: “Barış, düşmanı şartlarınıza ikna edebilecek kadar güçlü olduğunuzda gelir.”  Esasında Ukrayna-Rusya Savaşı, beklenilenin aksine ABD öncülüğünde bir barış sürecine oturtulamamıştır. Tam aksine, yıllardır statü arayışını sürdüren bir Rus dış politikasının lehine bir süreç gelişmiş ve ABD Başkanı Trump’ın başlattığı diplomatik girişimler Rusya’nın Suriye ve Güney Kafkasya’da kaybettiği statüyü tekrar canlandırmıştır. Öte yandan Ukrayna ise uluslararası kamuoyunda savrulduğu uydu devlet görünümünü korumuş, Beyaz Saray’da defalarca aşağılanan Zelensky ise Ukrayna halkına ağır bir moral kaybı yaşatacak bir diplomatik tuzağa çekilmiştir.

Bu hususta Alaska’daki görüşmelerden ve Beyaz Saray’da ağırlanan Avrupa ülkelerinin liderleri ile Zelensky’nin Trump ile çekildiği “haritalı” fotoğraftan çıkarılacak üç önemli anekdot bulunmaktadır: Birincisi, ABD Başkanı Trump’ın Azerbaycan-Ermenistan Barış Anlaşması’nda olduğu gibi statü devşiremeyeceği büyük bir diplomatik çıkmaza uğramış olmasıdır. İkincisi, ABD-Rusya arasında ileride daha da yakın temasların gündeme gelebileceği ve iki ülke arasında yükselen Çin Halk Cumhuriyeti’ne karşı denge unsuru yaratma denemesidir. Üçüncüsü ise Ukrayna-Rusya Savaşı’nın salt bir NATO-Rusya veya AB-Rusya gerilimi olmadığı, daha da ötesinde Rusya’nın gelecek projeksiyonunda nadir toprak elementlerine sahip olma çabası ve Çin-Avrupa arasında Yeni İpek Yolu projelerine karşı ticari üstünlüğü koruyabilmek ve Kafkasya üzerindeki tüm geçitleri mutlak kontrolü altına almaya çalışması olduğunun anlaşılmasıdır. Sonuç itibariyle Rusya, Avrupa Birliği ülkeleriyle yaşadığı çatışmayı genişletme, Karadeniz’de güçlenme ve Çin’in yükselişinde salt bir “transit-hub” olmak yerine gerektiğinde olası ABD-Çin geriliminde denge unsuru olarak statüsünü korumak istediği son yaşanan gelişmelerle belirginleşmektedir.

Trump’ın kameralar karşısında Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Paşinyan’ın ortasında, iki ülke arasındaki Barış Anlaşması’nı “imzalatan” figür olarak görülmesi, esasında yıllardır Türkiye Cumhuriyeti’nin ilmek ilmek inşa ettiği süreci intihal ile kendisi ve ABD adına tescil ettirmiştir. Oysaki II. Karabağ Savaşı’nda hem Azerbaycan’a sinyal istihbaratı, İHA-SİHA desteği ve daha birçok unsuru ile topyekün yardım eden Türkiye, ardından diplomatik manevraları ile Rusya Federasyonu Başkanı Putin’i ikna etmiş, Rusya’nın Ermenistan ile bozulan diplomatik kanallarını tamir etmiş, ayrıca Paşinyan’a karşı yukarıda bahsettiğimiz gibi şartlara ikna edebilecek kadar savaşta güçlü olduğunu göstermiştir. Fransa gibi büyük güçlerin ardına sığınan devletler ise Ermeni Sorunu’nu bahane ederek fay hatlarında yaşanan depremin ardından yeniden inşa sürecinin baş mimarı Türkiye aleyhine propaganda yapsalar da Türkiye, barış sürecine hazırlayan tüm yapı taşlarını ve kanal diplomasisini aktif tutmuştur. Artık müzakere konusunda tecrübeleri ve rasyonel zemine oturtan kazan-kazan anlayışı ile Türkiye, İran gibi diğer bölge ülkeleri (örneğin Ordubad geçişi İran için bu çözülmenin makul seviyeye çekilmesine vesile olmuştur) ile de görüş alışverişinde bulunarak çözümün ardından yeni sorunların çıkacağı ihtimalini en aza indirgemiştir. Defalarca kez Paşinyan’ı ve Aliyev’i, hatta iki lideri ve kadrosunu bir araya getiren Türkiye’ye rağmen ABD bu sürecin baş mimarını yok sayarcasına Trump’a Nobel Barış Ödülü verilmesi gerektiği yönünde ilgili devletlerin liderlerine açıklamalar yaptırmıştır.

ABD Başkanı Trump, “koalisyon arabuluculuk” ilkesi gereği beraber arabuluculuk rolüne girdiği ve hatta tüm zorlu diplomatik atılımları kendi başına yapan Türkiye’yi bu anlaşmanın imzalandığı zirveye davet etmeyerek en hafif tabiriyle nezaketsizlikte bulunmuştur. Öte yandan, Putin ile bir araya geldikleri Alaska görüşmesi ise ABD Başkanı Trump için intihalin mümkün olmadığı bir hezimet olarak karşımıza çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti olmadan sadece zorlama (coercion) diplomasisi ile köklü ve birçok dinamiği barındıran savaşın çözülmesi mümkün değildir. Hatta savaşın şartları Rusya lehine evrilirken hiç mümkün değildir. Türkiye, güven arttırıcı önlemlerin ötesinde Azerbaycan-Ermenistan gerilimini gerçekçi olmayan ve ani değişimler ile çözüme kavuşturmadı. Aksine, bir fay hattını yaşanabilecek büyük bir depremi önlemek adına zararı en asgari düzeye indiren daha küçük depremler ile belirli başlıkları teker teker çözüme kavuşturarak nihai hedefe ulaştırmıştır. Örneğin, Başbakan Paşinyan ile Ermeni halkının büyük bir kesiminin Türkiye hakkındaki önyargılarını kırmak bu sürecin kesintisiz biçimde devamlılığını sağlamak açısından çok önemliydi. Bir diğer ifadeyle, Trump gibi Zelensky’yi Dünya kamuoyu önünde aşağılayarak “You have no cards!” çıkışlarına benzer biçimde Azerbaycan karşısında Ermenistan’ı sindirilen bir ülke konumuna sokmamıştır. Aksine, yumuşak ve dengeli bir tonda Karabağ’ın Türk aidiyetinden koparılamayacağı Paşinyan ve Ermeni halkına gösterilmiştir.

Diplomatik sinyaller, ticari hayatta kullanılan sert ve tehditkar üslupla birleştirilemez. Türkiye, her kesimin ütopik olarak tezahür ettiği “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesinin gayet reel bir politika olduğunu bu süreçte göstermiştir. Halbuki, Trump’ın Zelensky üzerinden Ukrayna’ya ve dahi AB ülkelerine dayattığı şartlar, Rusya ile Ukrayna-AB arasındaki güven arttırıcı önlemlerin yoksunluğu diplomatik bir çıkmaz ile sonuçlanmıştır. Tahıl Koridoru, tüm Dünya’yı etkileyen bir sorunun çözüm anahtarı iken Ukrayna’daki maden rezervleri üzerinden asimetrik bir anlaşma ile adeta sömürge imajı yaratılması ne Ukrayna’yı rahatlattı ne de Rusya’nın saldırılarını caydırıcı bir etki doğurdu. Her ne açıdan bakılırsa bakılsın, umumiyetle arz olunması gereken mesele şudur: Ukrayna-Rusya meselesinde bir barış sağlansa bile bu Trump’ın şartları dahilinde oluşsa bile kalıcı olmayacaktır. Luhansk-Donetsk, Zaporozhia, Kırım, Kherson ve daha nice bölgelerin takas yoluyla çözümlenmesi ise bu bölgelerde yaşayan halk nezdinde ne tür bir tepki doğuracağına bakılmaksızın sanki ticari mal takası gibi yapılmaya çalışılmakta, bu da her türlü kalıcı çözüm anlayışından oldukça uzak bir profil çizmektedir. Esas itibariyle ABD’nin sadece Ortadoğu’da değil, artık Karadeniz gibi Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren coğrafyalarda Türkiye’siz bir diplomatik iklim yaratamayacağını kabullenmesi gerekiyor.

Alaska zirvesi ve Beyaz Saray toplantısı, Rusya ile ateşkes ve güvenlik garantileri karşılığında ekonomik teşvikler (mineral erişimi, yaptırımların azaltılması) sunma girişimidir. Bu, ABD’nin Rusya ile bir yakınlaşma planladığını gösteriyor. Henry Kissinger’ın “Diplomasi” kitabının son bölümlerinde vurguladığı ABD-Rusya yakınlaşması ve Nixon dönemindeki “Deli Adamlar” teorisinin yavaş yavaş oluştuğunu görmekteyiz. Her ne kadar Xi Jinping’in ABD‑Rusya temaslarını desteklediği açıklamaları gündeme gelse de nadir toprak elementleri konusunda ABD-Rusya işbirliğinden rahatsız bir Çin olsa gerek. Rusya ise statü arayışında çok kutuplu denge olma çabasını ortaya koymaktadır. ABD‑Rusya işbirliği, yükselen Çin’e karşı bir denge oluşturma potansiyeli taşımakta ve ABD-Rusya ortak çıkarlarının pragmatik ve kısa vadeli görünümünün ardında Avrupa ülkelerine karşı ABD’nin NATO kartını Rusya, kendisiyle çatışmaya yeltenecek veya gerilimi tırmandıracak bir AB atağına karşı caydırıcı bir unsur olarak görmeye devam ederse esas itibariyle bu durum denge siyaseti açısından Rusya’nın hoşnut kalacağı bir durumdur. Dolayısıyla Türkiye’nin Balkanlar ve Doğu Avrupa ülkeleriyle diplomatik kanallarını genişletmesi, AB-Rusya arasında bir tampon güç unsuru olarak yer alması elzemdir. Bu sayede ABD-Rusya geçici işbirliğinin gelecekte Çin’e karşı daha “kuvvetli” deli adamlar bloğu oluşturmasını önleyerek Dünya siyasetinde denge kurucu olmalıdır.

Ukrayna’nın devasa lityum ve nadir toprak rezervleri hem ABD hem de Rusya için stratejik öneme sahiptir. Rusya işgalle bu kaynakların büyük kısmını kontrol ederken, ABD‑Ukrayna anlaşmaları bu zenginliğe erişmeye çalışıyor. Bu durum savaşın sadece NATO‑Rusya gerilimi olmadığını ve aksine enerji güvenliği, yeşil teknoloji tedarik zinciri ve ekonomik çıkarların önemli rol oynadığını gösterir.

Rusya, INSTC üzerinden Güney Kafkasya’yı Kırım ve yeni işgal ettiği Ukrayna topraklarından dolaylı olarak kontrol edip Orta Koridor’u zayıflatma çabasındadır. Avrupa ise Orta Koridor’u güçlendirmek ve Orta Asya’dan kritik minerallere erişme talebinde bulunmaktadır. Bu rekabet, Ukrayna savaşının bölgesel bir satranç tahtasının parçası olduğunu ortaya koyuyor, zira Kafkasya geçitleri ve Orta Asya madenleri küresel güç dengelerinde önem kazanmıştır. Esasında son bir nokta hiç bahsedilmeden üstünden geçiliyor. Türkiye, Ukrayna’ya kıyasla Çin’in Moğolistan’daki “Bayan Obo” yerleşkesinden sonra nadir toprak elementleri yönünden Dünya’da bilinen rezervlere oranla en büyük ikinci rezerve sahiptir. ABD-Rusya yakınlaşmasının nadir toprak elementleri üzerinden inşa edilmesi, ileride Türkiye için ciddi sınamaları gündeme getirebilecektir. Bu noktada Türkiye’nin diplomatik inisiyatifi eline alması, Ukrayna-Rusya özelinde tarafsızlığını koruyarak ABD’nin “armut piş ağzıma düş” anlayışına karşı proaktif biçimde Ukrayna-Rusya gerilimini barışa götürecek süreci hiçbir devşirmeye mahal vermeksizin nihai kalıcı sonuca ulaştırmalıdır.

Türkiye, ABD’nin aksine salt kendi pragmatik çıkarları uğruna bir çatışmayı geçici olarak söndürmek peşinde olmadığı için Azerbaycan-Ermenistan sürecini başarıyla yönetmiştir. Konfüçyüs’ün deyişiyle “Uyum, tekdüzelik değildir.” Türkiye, burada ne tek kutba angaje olup edilgenleşti ne de reelpolitik çıkarların esiri oldu. Bunun yerine tekdüzelikten uzak biçimde hem doğuya hem batıya köprü olan, barışı yalnızca askeri caydırıcılık değil, adil paylaşım ve karşılıklı saygı üzerine inşa eden bir diplomasi çizgisi izlemiştir. Böylece Türkiye, özünde barındırdığı doğal bir sentez oluşuna sımsıkı bağlı kalarak pragmatik çıkarın ötesinde “hakkaniyete dayalı denge”yi savunan, tarihsel misyonuna uygun bir özne olarak zaten kendiliğinden küresel ölçüde denge merkezi haline gelecektir. Yüksek medeniyet ufkunda yeniden bir güneş gibi doğmak gayesiyle…

Umay Ana’nın Ruhuyla Barış Getirir.

-DMD

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir