Şafak Yıldırım : Kader Anı: Diplomasinin Son Kalesi İstanbul

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
5 Dk. Okuma
5 Dk. Okuma

Kritik Eşik: İran ile E3 Ülkeleri Arasında Yeniden Başlayan Nükleer Müzakerelerin Jeopolitik Arka Planı

Ortadoğu’nun kalbinde, jeopolitik satranç tahtasının en kritik hamleleri yapılmaya hazırlanırken, diplomasinin nabzı yeniden umutla atmaya başlıyor. Yıllardır süren gerilimin ve karşılıklı güvensizliğin gölgesinde, İran ile Avrupa’nın üç devi –Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık– arasındaki nükleer müzakerelerin yeniden başlayacağı haberi, İstanbul’un tarihi siluetinde yankılanıyor. Bu, sadece 2015 Nükleer Anlaşması’nı (JCPOA) canlandırma çabasından çok daha fazlası; bu, bölgenin kaderini belirleyecek bıçak sırtı bir denge arayışı.

Peki, bu diplomatik dönüş bir zorunluluk mu, yoksa ince elenip sık dokunmuş stratejik bir manevra mı? Ufukta beliren dışişleri bakan yardımcıları düzeyindeki bu görüşmeler, enkaz altında kaldığı düşünülen diyalog zemininin aslında hala nefes aldığını gösteriyor. Unutulmamalı ki bu noktaya kolay gelinmedi. Amerika Birleşik Devletleri’nin 2018’de Trump yönetimiyle anlaşmadan tek taraflı çekilmesiyle fitili ateşlenen kriz, İsrail’in 13 Haziran’da gerçekleştirdiği ani ve sarsıcı saldırıyla adeta bir yangına dönüştü. Bu saldırı, yalnızca askeri bir tahribat yaratmakla kalmadı; aynı zamanda perde arkasında titizlikle yürütülen İran-ABD dolaylı görüşmelerini de dinamitledi. 12 günlük bir savaşı tetikleyen bu hamle, diplomasi sahnesindeki tüm taşları yerinden oynatarak kartların yeniden dağıtılmasına neden oldu.

İşte bu fırtınalı denizde, görüşmeler için bir liman olarak İstanbul’un seçilmesi, tesadüfün ötesinde derin anlamlar barındırıyor. Türkiye, Doğu ile Batı arasında asırlardır üstlendiği köprü rolünü, bu kritik görevle bir kez daha perçinliyor. Tarafsızlığı, coğrafi konumu ve NATO üyesi kimliğiyle hem Batı’nın hem de İran’ın güvenle yanaşabileceği nadir bir zemin sunuyor. Bu tercih, aynı zamanda Viyana ya da Cenevre gibi klasik diplomasi merkezlerinin artık bu türden karmaşık ve gerilimli süreçleri yönetmekte yıprandığının, belki de tarafsızlıklarını yitirdiğinin zımni bir kabulü olabilir.

Ancak masanın üzerinde sadece zeytin dalı yok. E3 ülkeleri, yaptıkları açıklamalarda kadife eldivenin içindeki demir yumruğu göstermekten çekinmiyor: Eğer müzakereler başarısız olursa, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin “snapback” olarak bilinen mekanizmasıyla İran’a yönelik uluslararası yaptırımlar yeniden devreye sokulacak. Bu ikilem, Avrupa’nın İran politikasında stratejik bir rota çizmekte ne denli zorlandığının altını çiziyor. Bir yanda diyalog çağrısı, diğer yanda ise masada duran ağır bir yaptırım tehdidi… Bu, İran tarafından samimiyetsizlik olarak okunan tehlikeli bir oyun.

Nitekim İran Dışişleri Bakan Yardımcısı Abbas Arakçi’nin sözleri, bu oyuna karşı net bir meydan okuma niteliğinde: “Yeni bir müzakere, ancak adil, dengeli ve karşılıklı çıkarlara dayalı bir anlaşma hedefleniyorsa anlamlıdır.” Arakçi, E3 ülkelerini tehdit ve baskı dilini terk etmeye çağırırken, Batı’nın tek taraflı dayatmalarına karşı Tahran’ın sabrının tükendiğini ima ediyor. Dahası, İsrail saldırısında ABD’nin dolaylı parmağı olduğuna yönelik vurgusu, Batı bloğuna duyulan köklü güvensizliğin ne kadar derin olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor.

Görüşme masasında bir sandalyesi olmasa da ABD’nin hayaleti, odadaki herkesin üzerinde dolaşıyor. Washington yönetiminin, İsrail’in saldırganlığına sessiz kalmak bir yana, İran’ın üç önemli nükleer tesisine hava saldırısı düzenlediğini ilan etmesi, diplomatik süreci açıkça sabote etme girişimidir. Bu, Tahran için yalnızca bir güvenlik tehdidi değil, aynı zamanda masaya oturma iradesini de sınayan bir hamledir. Arakçi’nin, müzakerelere dönmeden önce ABD’nin “kendisini masaya dönmeye hazır ve istekli göstermesi” gerektiğini vurgulaması, bu gölgenin ne kadar belirleyici olduğunun kanıtı.

Tüm bu karmaşanın merkezinde ise İran’ın nükleer programı duruyor. Tahran yönetimi, programının barışçıl doğasını her fırsatta dünyaya ilan etse de, anlaşmanın fiilen çöktüğü 2018’den bu yana uranyum zenginleştirme faaliyetlerini tehlikeli seviyelere çıkarması ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimlerini kısıtlaması, Batı’da şüphe bulutlarını dağıtmaya yetmiyor.

Sonuç olarak, İstanbul’da atılacak adımlar, yalnızca bir nükleer anlaşmanın geleceğini değil, tüm bir bölgenin güvenlik mimarisinin ve küresel güç dengelerinin akıbetini tayin etme potansiyeli taşıyor. Bu görüşmeler, jeopolitik tansiyonun zirve yaptığı bir çağda diplomasinin son kalesi olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki diplomasi, yalnızca iyi niyetle değil, sarsılmaz bir iradeyle ve en önemlisi, tehditlerin gölgesinden arınmış bir karşılıklı saygıyla hayat bulabilir. Aksi takdirde, Boğaz’ın serin sularında yankılanan bu umut dolu fısıltılar, Ortadoğu’yu bekleyen yeni bir fırtınanın habercisi olmaktan öteye gidemeyecektir.

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir