Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ebediyete İntikalinin 87. Yılında, Denizcilik Ülküsünü Saygıyla Anıyoruz

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
10 Dk. Okuma
10 Dk. Okuma




Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Ebediyete İntikalinin 87. Yılında, Denizcilik Ülküsünü Saygıyla Anıyoruz


Hüseyin Emre Adaklı yazdı,

Bugün, sadece bir önderi değil, aynı zamanda Türk milletinin denizlerle olan kadim bağını yeniden keşfetmesini sağlayan, denizciliği ulusal bir ülkü haline getiren büyük bir dehanın, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün aramızdan ayrılışının 87. yıl dönümünde denizcilik vizyonunu saygı ve minnetle anıyoruz. 10 Kasım, bir matem günü olmanın ötesinde, bıraktığı eserleri idrak etme, fikirlerini ebediyete taşıma ve çizdiği yolda kararlılıkla yürüme azminin tazelendiği bir andır. Hele ki söz konusu, topraklarının büyük ve önemli bir kısmı denizlerle çevrili olan bir devletin,Türkiye Cumhuriyeti’nin denizcilik ülküsü ise, Atatürk’ün mirası daha derin bir anlam kazanır. Üç tarafı denizlerle çevrili bu cennet vatanın, denizle kurduğu ilişkiyi sadece bir coğrafya kaderi olmaktan çıkarıp, aktif bir stratejiye dönüştürenfikirleri, bugün dahi denizlerdeki varlığımızın temel dayanağını oluşturur. Atatürk için deniz, sadece bir coğrafi sınır, bir ulaşım yolu ya da bir rekreasyon alanı değildi; deniz, ulusun geleceği, bağımsızlığının teminatı ve iktisadi kalkınmanın anahtarıydı. Zira O, imparatorluğun son demlerinde yaşanan trajedilerin kökeninde, denizlerin ihmal edilmesinin yattığını çok iyi biliyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde donanmanın Haliç’te çürümeye terk edilmesi, kara devleti olma psikolojisine sıkışıp kalınması, toprak kayıplarının ve ekonomik sarsıntıların en önemli nedenlerinden biri olmuştu. Kapitülasyonlar ve yabancı etkisine açık limanlar, ulusal egemenliğin denizlerdeki yansımasını tamamen zedelemiş, kıyılarımızda dahi kendi milletimizin ticaret yapamaz hale gelmesine yol açmıştı.

Atatürk, bu tarihsel hatayı tersine çevirmeyi, bir “kara devleti” psikolojisinden “denizci millet” bilincine geçişi, Cumhuriyet’in temel hedeflerinden biri olarak belirledi. O’nun bu konudaki keskin görüşü ve ileriye dönük hedefi, köklü bir eylem planının manifestosu niteliğindedir: “Denizciliği Türk’ün büyük ulusal ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız.” Bu söz, basit bir temenni değil, topyekûn bir dönüşümün parolasıydı. Bu ülküyü coğrafi bir zorunlulukla birleştirerek, Türk milletinin potansiyelini şu sözlerle işaret etmiştir: “En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz.” O, bu yeteneğin, ulusun sınırlarını dahi belirleyeceğine inanıyordu ve “Toprakların ucu deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer” diyerek, deniz gücünü ulusal ufkun bir sınırı olarak tanımlıyordu. Bu vizyon, MillîMücadele yıllarında edinilen tecrübelerle daha da keskinleşmişti. Atatürk, Kurtuluş Savaşı esnasında Karadeniz’deki lojistik hareketliliğin, küçük gemilerle yapılan silah ve cephane sevkiyatının stratejik önemini bizzat deneyimlemiş, zaferin sadece karadan gelmeyeceğini görmüştü. Hatta Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra dahi, savaşın en kritik anlarında, Donanmanın yeniden inşası için çalışmaların başlatılması talimatını vermesi, denizciliğe verdiği önemin askeri zaferden bağımsız, stratejik ve kalıcı bir devlet politikası olduğunu kanıtlar niteliktedir.

Büyük Taarruz’ un o ünlü emri, “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” sadece askeri bir sevk emri değildi; bu, aynı zamanda Türk’ün yüzünü binlerce yıldır ait olduğu medeniyet havzasına, yani denize çevirmesinin, Adalar Denizive Akdeniz’e yeniden kök salma iradesinin de simgesiydi. Zaferden sonra, Cumhuriyet kurulduğunda, bu vizyon somut çalışmalara dönüştü. İlk iş, Haliç’te kaderine terk edilmiş, neredeyse bir utanç anıtı gibi duran Donanma kalıntılarını ayağa kaldırmaktı. Bu çalışmaların sembolü, hiç şüphesiz Yavuz zırhlısı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı’ndan yaralı çıkan ve yıllarca ihmal edilen geminin onarımı, genç Cumhuriyet için devasa bir mali külfetti. Pek çok kişi “Bu masrafa değmez, hurdaya ayıralım” derken, Atatürk 1925’te gemiyi ziyaret etmiş ve gemi komutanı Yarbay Necati’ye şu tarihi sözleri söylemiştir: “Yavuz gemisine ilk defa geliyorum. Yaralı da olsa bugünkü şekli o zamandan daha pek çok değerlidir. Bu gemiyi Türk Milleti’nin ihtiyacı olan sağlam ve kudretli bir zırhlı şekline sokacağız. Bu kudret, silah bakımından sizlere, dış politika bakımından da bizlere büyük hizmetler görecek, gurur sağlayacaktır.” Bu kararlılıkla, gemiyi kaldırabilecek bir yüzer havuz Almanya’dan sipariş edilerek Gölcük Tersanesi’nin temelleri atılmış ve yıllar süren onarım 1930’da tamamlanmıştır. Yavuz’un yeniden Türk Donanması’nın sancak gemisi olması, sadece bir geminin onarımı değil, milli onurun ve teknolojik yeterliliğin de ispatıydı. Atatürk, savunma için deniz gücünün şart olduğunu, “Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği olacaktır” sözleriyle defalarca vurgulamıştır. O’nun nihai hedefi ise “Mükemmel ve kadir bir Türk donanmasına malik olmak gayedir” sözünde saklıydı.

Ancak Atatürk’ün vizyonu, sadece dışarıdan gemi alımıyla veya eski gemileri onarmakla yetinilemeyeceğini, asıl gücün milli deniz sanayinin kurulmasında yattığını da biliyordu. Bu, ekonomik bağımsızlığın ve sürdürülebilir bir deniz gücünün tek yoluydu. Bu konudaki uyarısı, bugün dahi geçerliliğini korumaktadır: “Dış pazarlardan satın alınan gemiler ile donanma yapılamadığını siz de biliyorsunuz… Evvela çekirdek bir donanma yapmakla yetinip, deniz sanayi ve ticaretimizi geliştirmeliyiz. Bundan sonra memleket sanayiinden fışkıracak donanmayı yapmak da kolay olacaktır.” Bu “çekirdek donanma” stratejisi derhal hayata geçirildi. Yavuz, Hamidiye ve Mecidiye gibi gemiler modernize edilirken, İtalya’dan Kocatepe ve Adatepe muhripleri, Hollanda’daki Alman tasarımı tezgahlardan ise I. İnönü ve II. İnönü gibi modern denizaltılar tedarik edilerek, genç Cumhuriyet’in denizlerdeki caydırıcılığı artırıldı. Bu hamleler, O’nun “Zaferi, denizi kontrol altında tutan, ihtiyacı olan şeyi, ihtiyacı olduğu zaman, istediği yere ulaştırabilen ülke kazanır” şeklindeki stratejik tespitinin bir yansımasıydı. Deniz Harp Okulu köklü reformlarla yeniden yapılandırıldı ve modern denizcilik tekniklerini bilen nitelikli personel yetiştirme gayesi güdüldü.

Atatürk’ün denizcilik anlayışı, askeri kuvvetle sınırlı kalmayıp, iktisadi alanda tam bağımsızlığı hedefledi. Bu hedefin en somut, en devrimci ve en kalıcı adımı, 1 Temmuz 1926 yılında yürürlüğe giren 815 sayılı Kabotaj Kanunu’dur. Osmanlı İmparatorluğu döneminde yabancı devletlere verilen kapitülasyonlar nedeniyle, Türk kıyılarındaki limanlar arası deniz taşımacılığı, liman işletmeciliği, kılavuzluk ve römorkaj gibi en kârlı denizcilik faaliyetleri tamamen yabancıların kontrolündeydi. Türk vatandaşları kendi vatanlarının kıyılarında dahi ticaret yapamıyordu. Kabotaj Kanunu’nun kabulü, bu yüzlerce yıllık ekonomik esarete köklü bir son verdi. Kanunla birlikte Türk karasularında deniz ticareti, liman hizmetleri, kılavuzluk, römorkaj, dalgıçlık, balıkçılık ve hatta gemilerde tayfalık gibi tüm denizcilik faaliyetleri yalnızca Türk vatandaşlarına ve Türk bayraklı gemilere bırakıldı. Bu yasa, Lozan’da kazanılan askeri ve siyasi zaferin ekonomik alanda pekiştirilmesinin en güçlü hamlesiydi. Denizlerde milli egemenliğin tam olarak tesis edilmesi sağlandı. Bu kanun, sıfırdan bir Türk deniz ticaret filosu yaratılmasının, Türk armatörlerinin ve denizcilerinin doğmasının önünü açtı. Kanunun yıldönümü olan 1 Temmuz, “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olarak ilan edilerek, bu ulusal bilincin her daim canlı tutulması amaçlandı. Atatürk bu kanunla, Türk milletinin kendi denizlerinde hakkı olanı geri almasını sağlamış ve milli sermayenin denize yönelmesinin temellerini atmıştır.

Bu askeri ve iktisadi hamlelerin yanı sıra, Atatürk denizciliğin bir ulusal kültür ve yaşam biçimi haline gelmesi gerektiğine de derinden inanıyordu. Denizle barışık, denizi seven ve ondan faydalanmasını bilen bir nesil yetiştirmek, O’nun kültürel vizyonunun ayrılmaz bir parçasıydı. Bu konuda da bizzat örnek oldu. Florya’da bulunduğu zamanlarda denize girmesi, kürek çekmesi, İstanbul’da bulunduğu zamanlarda ise özellikle Moda Koyu’nda yapılan yelken ve kürek yarışlarını büyük bir keyifle takip etmesi, bu kültürün yerleşmesi için attığı sembolik adımlardı. Uzun yıllar Cumhurbaşkanlığı yatı olarak kullandığı Ertuğrul Yatı ile sık sık Marmara’da seyahatler yapar, Yalova ve Mudanya’ya gider, 1927’de Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İstanbul’a ilk gelişini dahi deniz yoluyla, bu yatın güvertesinden halkı selamlayarak yapmıştır. Özellikle 1 Temmuz Kabotaj Bayramı’nda Moda’da düzenlenen denizcilik şenliklerini Ertuğrul yatından izler, kazanan sporcuları ve ekipleri bizzat alkışlayarak onurlandırırdı. O’nun bu ilgisi, deniz sporlarına olan ilgiyi artırmış ve kulüplerin kurulmasını teşvik etmiştir. O’nun denizcilik vizyonunun nihai amacı ise şu sözlerinde gizlidir: “Türk Milleti’nin büyük düşü, Türk Donanması’nın yüksek hızıyla gerçekleştirmeyi istediği büyük ülkü, Barışçı bir dünyada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güven ve refahıdır.” Güçlü bir donanma ve denizci bir millet, O’nun için barışın ve refahın teminatıydı.

Atatürk, 10 Kasım 1938’de ebediyete intikal ettiğinde, bedeni dahi bu büyük tutkusundan, denizden kopmadı. Hayattayken onarımı için büyük mücadele verdiği ve “Bu gemi ile uzun bir yolculuk yapmak isterim” dediği Yavuz zırhlısı ile olan bağı, hazin bir tecelli ile son buldu. Naaşı, İstanbul’dan İzmit’e, oradan Ankara’ya nakledilmek üzere Sarayburnu’ndan alınarak, bir savaş gemisi olan Yavuz Zırhlısı’nın güvertesine konuldu. Bu, O’nun denizciliğe ve yarattığı Donanmaya verdiği önemin sembolik ve en görkemli son tezahürüydü; Türk Donanması’nın Başkomutanına son ve sessiz selamıydı. Bugün, O’nun fiziki yokluğunu derinden hissettiğimiz bu anlamlı günde, Ulu Önder’e vereceğimiz en güzel cevap; O’nun kurduğu Cumhuriyet’e sahip çıkmak, “denizciliği Türk’ün büyük ulusal ülküsü” olarak kabul etmek ve mirası olan Mavi Vatan’ın her karışında gücümüzü ve varlığımızı O’nun çizdiği rotada kararlılıkla hissettirmektir. Yüce Kaptan! Mirasın Türk gençliğinin ellerinde güvendedir. Seni özlemle hasretle ve saygıyla anıyoruz…

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir