
Türkler’de din ve devlet geleneklerinin etkileşiminin somut bir örneğini, Tengri’nin yarattığı evreni ağacı, dağı, taşı, suyu, ateşi ve bunların koruyucu ruhları ile birlikte kucaklayıp kutsal kabul eden “yer-su kültü”nün zamanla “kutsal vatan” mefhumuna dönüşümünde görmek mümkündür. Aynı şekilde tüm dünyaya hükmetmek için “kut”lu kılınmış Türk hükümdarı, “Türk Tengrisi”nin kendisine ve halkına emanet ettiği tüm evrene aynı bilinç ve anlayışla sahip çıkmakla yükümlüdür. Zira Türkler’in kendi aileleri, urukları, boyları ve milletini çok sevmekle birlikte beraber yaşadıkları diğer insanları ötekileştirmeyen hümanist yaklaşımları; Türk bey ve hükümdarlarının farklı dinler karşısında hoşgörü sahibi olup maiyetindeki diğer dinleri de himaye etmeleri, onların üniversalist insan-(kutsal) evren ilişkilerinin toplum ilişkilerine de müspet olarak yansıdığını göstermektedir. İşte bu hoşgörü ortamında farklı coğrafyalarda yaşayan Türk boyları, birlikte yaşadıkları veya ticaret, misyonerlik gibi faaliyetler neticesinde iletişimde bulundukları bir çok farklı etnik kökenli kavimlerin dinlerini tanımış ve siyasî, ekonomik, sosyal, kültürel veya tamamen dinî sebeplerle, ama genellikle derin bir muhakeme neticesinde bu dinleri kabul etmişlerdir. Ancak bu din değişim süreçlerini ve sonraki dönemlerini incelediğimizde Türk din geleneğine ait unsurların Türklerin hayatından tamamen çıkmadığını, yeni dinin motiflerine bürünüp onların kisvesi altında bir nevî “bilinçaltı” surette, adetâ bir “arketip” niteliğinde yaşamını sürdürdüğünü görmekteyiz.
Tanrı’nın kendi gücünü ve sıfatlarını bildirmek üzere insanlara işaretler gönderdiğine inanan Türkler, bu işaretleri öncelikle içinde bulundukları tabiattan başlayarak çözümlemeye çalışmışlardır. Kaşgarlı Mahmud’un sözlüğünde onların bozkırda tek başına dikilen ulu bir ağacı “tengri” olarak adlandırdıkları gibi Tanrı’ya atfettikleri bu kelimeyi kutsal kabul ettikleri varlıkları da ifade etmekte kullanmışlardır. Bu ve benzeri örnekler, Türkler’in Tanrı anlayışlarını idrak edememiş araştırmacılar tarafından ne yazık ki dinlerinin “çoktanrılı” olduğu şeklinde değerlendirilmiştir. Halbuki Tanrı’nın büyüklüğüne ve her şeyin asıl sahibine işaret eden bu deyiş, rahmetli Emel Esin hocamızın belirttiği gibi Türkler’in İslâm tasavvuf anlayışına damgasına vurmuş vahdet-i vücud anlayışı ile büyük bir benzerlik göstermektedir. İşte Türkler’in İslâmi dönemde ortaya çıkan bu Tanrı tasavvurunun kökeninin Gök Tanrı dinine uzandığı önermesi, farklı örneklerle zenginleştirildiğinde Türkler’de din geleneğinin en önemli maddelerinden birini açıklığa kavuşturmuş olacaktır. Tanrı aşkı ve arayışı içinde kendisine akıl ve duyularını rehber edinerek evrendeki Tanrı tezahürlerini gözlemleme gücü, Türkler’in, Tanrı-evren-insan saç ayağında yükselen dengeli, bütüncül ve üniversalist din geleneğini açıklayıcı ve kalıcı kılmıştır.
Türk din geleneğinin diğer bileşenleri, dua, ilahi, müzik ve dans gibi ibadetlere yönelik uygulamalardır. Kadim atalarımız, Gök Tanrı’ya ibadetlerini kutsal dağların tepelerinde, çıplak göğün altında kurbanlar eşliğinde gerçekleştirmişler; dualarını müzik ve dans ile kutsamışlardır. Başta Mevlevilik ve Bektaşilik olmak üzere, Türk tasavvuf tarikatlerinde önemli yer tutan müzik ve dans uygulamalarının köklerinin eski Türk kültürüne uzandığı bilinmektedir. Ruhlar ve atalar ile iletişime geçebilen kamlar halk arasında başta sağaltma olmak üzere dünyevi işler için devreye girmekle birlikte en önemli dini törenlere Türk hükümdarının başkanlık ettiği bilinmektedir. Gök Tanrı dininde din adamlarına büyük bir rol biçilmemesi, Türk toplumunda ruhban sınıfının olmaması sonucunu doğurmuştur. Atalara duyulan saygı, halen ana ve babaların dualarımızda ilk sıralarda yer alması ile mezar ve evliya türbelerini ziyaret etme geleneğimizde devam etmektedir. Türk kültüründe kadına biçilen değerli rol ve cinsiyet eşitliği, Hz. Hoca Ahmed Yesevî’nin toplantılarında erkek ve kadının birlikte ibadet etmesi geleneğinde devam etmiştir. Maturîdilik başta olmak üzere Türk İslamiyeti’ni Arap kültüründen ayıran ve millî özelliklerini korumasını sağlayan Türk dini felsefe ve tarikatları, millî kimliğin kutsal menbası olan Gök Tanrı dininden beslenmiş; adil Türk töresini, temel ilkelerinin pek de güzel örtüştüğü İslâmiyet’in hizmetine sunmuştur. İşte günümüzde de tüm insanlık ve İslam alemlerinin açmazları ile Türklük meselelerini akıl ve sevgi ile çözebilecek olan, temeli Tanrı aşkına ve O’nun yarattığı evren ve insana yönelen sevgiye dayanan Türk-İslâm sentezidir.