İnsanlık tarihinin derin katmanlarında, her güç bir başka güce karşı doğmuş; her denge, bir dengesizliğin sancısıyla kurulmuştur. Ancak bu döngüsel yapı içinde gözden kaçan bir hakikat vardır: Denge, mutlak bir varlık durumu değil, bir tahayyüldür. Onu var eden, yalnızca insan aklının kaosa karşı duyduğu korkudur.
Caydırıcılık ise bu korkunun modern çağdaki denize düşenin sarıldığı yılanın tezahürüdür. Savaş ile barış arasında uzayan bir tereddüt, karar veremeyen bir uygarlığın epistemolojik yansımasıdır.
-DMD
I. Girizgah
Bugün devletler, gerçekliği bilgiyle değil algıyla kuruyor vedostluğu çıkarla, düşmanlığı önyargıyla tanımlıyor. Vekâlet savaşları, görünmeyen ellerin varlığa hükmettiği karanlık epistemolojiler üretirken, bloklar arasında şekillenen yeni dünya düzeni, ontolojik bir kriz doğuruyor: “Var olmak” artık sadece hayatta kalmak olmayıp hangi blok içinde, neye rağmen, ne için var olunduğunun yeniden tanımlanmasıdır. Bu çağda Türkiye’nin kendisinde araması gereken mesele şudur: Varlığını sürdüren bir nesne mi olacak, yoksa kendi bilgisini ve hakikatini üreten bir özne mi?
II. Belirginleşen Sert Bloklaşmaların Tarihsel Anatomisi
Dünya siyasetinde bloklaşmaların giderek katmanlı bir hâl aldığı ve “dengeleyici caydırıcılık” adı altında tehlikeli biçimde genişlediği gözlemlenmektedir. Büyük güçler etrafında oluşan ittifaklar, Soğuk Savaş sonrası esnek ve çıkar odaklı bir yapıyı bugüne değin sürdürmüş olsa da artık söz konusu “esnekliğin” kaybolma eşiğinde olduğumuz bir dönemden geçiyoruz. I. Dünya Savaşı öncesi dönemi andırır biçimde bu bloklaşmalar “çıkar evliliklerine” dönüşmüştür. Bu “esnek” ittifaklar, çatışmaları önlemek bir yana, 1914 öncesinde olduğu gibi küçük ölçekli anlaşmazlıkların dahi küresel bir savaşa dönüşmesine yol açabilecek potansiyele sahiptir. Nitekim I. Dünya Savaşı öncesi kurulan müttefiklik sistemleri de çıkarların üstünlüğünü ve büyük balığın küçük balığı kolayca yiyebilmesini caydırmayı amaçlamış ancak etkili birer caydırıcı olamayarak etkili birer mega silaha dönüşmüş, savaşı engelleyememiştir. Aksine, itilaf ve ittifak blokları arasındaki sert bağlılıklar, yerel bir krizin domino etkisiyle geniş çaplı bir savaşı tetiklemesine zemin hazırlamıştır. II. Dünya Savaşı’ndan önce de eksen ve müttefik blokları belirginleşerek küresel çatışmanın altyapısını oluşturmuştur. Bu tarihsel benzerlikler, günümüzde bloklaşmanın yeniden belirginleşmesiyle birlikte uluslararası güvenlik açısından alarm verici gelişmeleri çağrıştırmaktadır.
Son yıllarda büyük güç rekabeti yeniden tırmanışa geçerken, yerel ve bölgesel çatışmalar bu güçlerin dolaylı kapışma alanları haline geldi. Örneğin Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı, ABD liderliğindeki NATO bloğu ile Rusya arasındaki dolaylı bir güç mücadelesine dönüştü. Rusya, nükleer silah kozunu defalarca öne sürerek NATO ülkelerini doğrudan müdahaleden caydırmaya çalışmıştır. Bu stratejinin başarılı olduğu savı maalesef ABD Başkanı Trump’ın son günlerde “2 nükleer denizaltı” kartını göstermesiyle çürümüş oldu. Çok ağır bir ivmeyle hızlanan nükleer tehditler silsilesi hiç de yabana atılmayacak bir durumdur.
Benzer şekilde, Çin’in Tayvan etrafındaki askeri baskısı da ABD ile Çin’i karşı karşıya getirecek vekâlet krizlerine gebe olup, her iki taraf nükleer güç oldukları için doğrudan çatışmadan kaçınmaktadır. Ancak bu karşılıklı caydırıcılık hâli, krizleri çözümsüz bırakarak uzatmakta ve bir noktada nükleer kartın açıkça masaya konması riskini artırmaktadır. Keza önümüzdeki günlerde veya birkaç yıl içerisinde Tayvan ile küresel cephenin genişlemesi, Dünya’yı vahim bir neticeye götürmektedir.
Bölgesel düzeyde de ABD veya Çin destekli vekil devletler, çatışma halinde oldukları rakiplerini büyük güçlerin desteğiyle dengelemektedir. Bunun somut örneklerinden biri, Orta Doğu’da yaşanan İsrail-İran gerilimidir. İsrail’in arkasında ABD dururken, İran’ın Rusya ve Çin gibi güçlerle yakınlaşması, iki ülke arasındaki çatışma riskini çok katmanlı bir düğüme dönüştürmektedir. 2025 yılında fiilen patlak veren İsrail-İran savaşı, her iki taraftaki büyük güç destekleri nedeniyle eşi benzeri görülmemiş bir tehlike düzeyine ulaşmıştır.
ABD, İsrail’i korumak için İran’ın nükleer tesislerine dahi hava saldırısı düzenlerken Çin ve Rusya, İran’a verdiği stratejik destekle bu cepheleşmede yerini almıştır. 12 Gün Savaşı sonrasında Tahran, Rusya’dan yüksek kapasiteli S-400 hava savunma sistemleri ve iddialara göre Su-35 savaş uçakları tedarik ederek savunma-taarruz dengesini belirgin biçimde güçlendirdi. Çin’in ve Kuzey Kore’nin ise hem füze teknolojileri hem de konvansiyonel mühimmat ve yeni nesil dron desteğiyle İran’a adeta bir “mühimmat köprüsü” oluşturduğu konuşuluyor.
Bu durum, kırmızı çizgilerin aşıldığı, nükleer eşiğin konuşulur hale geldiği bir aşamaya işaret etmektedir. Nitekim çatışmanın seyrinde İran rejimi, güvenlik endişesiyle Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’ndan (NPT) çekilerek nükleer silah üretimine yönelebileceğinin sinyalini vermiştir. Büyük güç rekabetinin tırmanması, İsrail-İran örneğinde görüldüğü üzere, yerel bir çatışmayı dahi nükleer hesapların devreye girdiği bir çıkmaza sürükleyebilmektedir.
Tarih bize gösteriyor ki I. Dünya Savaşı’nın alevlenmesinde ittifak ağlarının şeffaf olmaması ve caydırıcılık dengesinin yanlış hesaplanması büyük rol oynadı. Soğuk Savaş boyunca nükleer “karşılıklı imha dengesi” küresel barışın pamuk ipliğine bağlı garantörüydü. Ancak bugünün dünyasında çok kutuplu nükleer rekabet, ikili denge döneminden daha karmaşık ve tehlikeli bir tablo yaratıyor. Artık birden fazla güç merkezi ve onların etrafındaki “esnek” ittifaklar söz konusu olsa da Çin ve Rusya’nın bu gittikçe artan sayıdaki bölgesel ikili çatışmaların birçoğunda aynı pozisyonda yer alması, ABD’nin ısrarla bu yöndeki tahrik edici politikaları, çok sayıda “esnek” ittifakların bir noktada “çıkar evliliklerine” dönüşme riskini arttırmaktadır. Bu da yanlış hesaplama veya provokasyon halinde zincirleme reaksiyonla küresel çaplı bir savaş riskini artırıyor.
Özetle, küresel bloklaşmanın katmanlı biçimde belirginleşmesi, caydırıcılık adı altında çatışmaları uzatan ve çözümü nükleer eşiğe yaklaştıran bir dinamik oluşturmuş durumdadır. Geçmişte dünya savaşlarına yol açan bloklaşma olgusu, bugün de uluslararası güvenliği tehdit eden bir şekilde kendini hissettiriyor.
Bu tehlikeli denklemin ortasında, bölgesel güçler ve orta ölçekli ülkeler kendilerini giderek sıkışmış hissediyor. Özellikle Türkiye gibi hem NATO üyesi hem de kendi bölgesinde bağımsız güç projeksiyonu olan bir ülke, bloklar arasında denge politikası izlerken zorlu sınamalarla yüzleşeceği aşikardır. Tarihten alınan derslerle, Türkiye’nin böyle bir konjonktürde kriz yönetimine hazırlıklı olması ve stratejik sürprizlere karşı proaktif davranması hayati önem taşıyor.
III. Genişleyen Küresel Cephe ve Türkiye’nin Pozisyonu
Küresel gerilimlerin tırmandığı ve sürpriz çatışmalarınaniden patlak verebildiği bir dönemde, Türkiye’nin ulusal güvenlik ve çıkarlarını koruması için kriz yönetimine azami hazırlık göstermesi gerekiyor. Ancak bu hazırlık, yalnızca askeri güç kullanımı veya sert çıkışlarla değil, çok boyutlu diplomasi ve öngörülü stratejik adımlarlagerçekleştirilmelidir. Son yıllarda Türkiye’nin yakın coğrafyasında Suriye, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz gibi alanlarda ortaya çıkan krizler, doğru yönetilmediği takdirde ülkeyi büyük güç çatışmalarının doğrudan etki alanındabırakma tehlikesi barındırıyor. Dolayısıyla Ankara’nın, stratejik sürprizleri beklemeden kendi stratejik sürprizleriyle hamleler yapması gerekmektedir.
Öncelikle, Türkiye son dönemde Suriye’nin kuzeyine yönelik askerî harekâtlar ve Kıbrıs’a askeri üsler kurmasıdışında, büyük sürpriz askeri eylemlerden kaçınma eğiliminde olmalıdır. Çünkü bölge ülkelerine yönelik ani askerî hamleler özellikle böyle bir bıçak sırtı dönemde genellikle uluslararası arenada geniş tepki çekmekte ve Türkiye’yi diplomatik baskı altında bırakmaktadır.
Bunun yerine, “sürpriz” kavramını diplomatik, ekonomik ve kültürel alanda kullanmak, yani beklenmedik andadüşmanlarını “kızdıran” hamleler yaparken pozitif ve dengeleyici hamlelerle inisiyatif almak daha akılcı olacaktır. Bu tür hamlelere örnek olarak, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) üç yeni askerî üs (deniz, kara ve hava üsleri) kurduğunu ilan etmesi gösterilebilir. Böyle bir adım, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını pekiştirecek ve Kıbrıs adasındaki statükoyu kendi lehine sağlamlaştıracaktır. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan da 2024’te gerekirse KKTC’de bir deniz üssü inşa edebileceklerini söyleyerek bu yöndeki kararlılığı vurgulamıştır. Ancak esas sürpriz, bu sert güç gösterisinin hemen ardından veya eşzamanlı olarak gelebilecek yapıcı diplomatik hamlede yatmaktadır.
Ankara, KKTC’de üs kurduğunu açıkladığı gün, Yunanistan’a Ege sorunlarını çözmek üzere İzmir’de bir zirve teklif edebilir. Bu zirvede, Ege Denizi’nde yıllardır anlaşmazlık konusu olan münhasır ekonomik bölge (MEB), karasuları, kayalıklar meselesi ve hava sahası sorunlarının çözümü için Uluslararası Adalet Divanı kararlarına ve tarafların küresel teamülleri objektif bir fikir altyapısında oluşturulacak Türk-Yunan teamül hukuku kurallarına atıfla yeni bir çerçeve önerilebilir. Özellikle Yunanistan’ın MEB ve kıta sahanlığı konularında ısrar ettiği “eşit uzaklık (equidistance)” prensibine karşılık, Türkiye “hakkaniyet (equity)” ilkesinin de hesaba katılmasını savunmalıdır.
Uluslararası yargı içtihadı da küçük adaların veya coğrafi özel durumların deniz yetki alanı belirlenirken ana karalar kadar hakka sahip olamayaecağını birçok defa vurgulamıştır. Yunanistan bir Ada devleti olmamasına rağmen UAD kararlarında ada devletlerinin bile her durumda ana karalarla eşit deniz yetki alanı üretemeyeceği ortaya konmuştur. Türkiye, Ege’de adalet ve dengeye dayalı bir paylaşım için “eşit uzaklık + hakkaniyet” kombinasyonunu önerip, bunu geçmiş ICJ (UAD) kararlarıyla temellendirerek masaya getirebilir. Örneğin, Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davası (1969) gibi davalarda Divan, sadece geometrik ortay hat çekmenin adil olmayabileceğini, özel durumlarda hakkaniyet gereği adaların etkisinin azaltılabileceğini belirtmiştir.
İzmir Zirvesi’nde Türkiye, Yunanistan’a Ege sorunlarını bu çerçevede konuşmayı önerirken, İtalya’yı da garantör veya kolaylaştırıcı bir aktör olmaya davet edebilir. İtalya, Akdeniz’de çıkarları bulunan ve Yunanistan’la deniz yetki anlaşması yapmış bir AB ülkesi olarak iki tarafa da yakın durabilen bir aktördür. Nitekim Yunanistan, 2020’de İtalya ile yaptığı İyon Denizi sınırlandırma anlaşmasında bazı adaların etkisini sınırlamış, adalara tam etki tanımaktan kaçınmıştır. Bu durum, Atina’nın da her ne kadar “kaçak oynasa” bile gerektiğinde hakkaniyet prensibini fiilen kabul edebildiğinin göstergesidir. Dolayısıyla Türkiye, İtalya’nın da desteğini alarak Adalar Denizi’nde “eşitlik içinde adil paylaşım” prensibini uluslararası hukuk zemininde savunabilir. Böyle bir diplomatik açılım, Ankara’nın sert güç hamlesini yumuşatıp, uluslararası topluma çözüm odaklı bir tavır sergilediğini gösterecektir.
Türkiye’nin atması gereken bir diğer adım ise, bölgesel krizlere karşı çok taraflı işbirliği mekanizmalarıgeliştirmektir. Ege, Doğu Akdeniz, Karadeniz ve Orta Doğu hattında aniden alevlenebilecek krizlere karşı Türkiye, kendi girişimiyle bir çoklu kriz yönetimi platformu kurmalıdır. Bu bağlamda önerilebilecek bir fikir, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) üyesi ülkeler ile Akdeniz’e kıyıdaş ülkeleri bir araya getiren TURAN+MEDITERRA girişimi olabilir. “Turan” ifadesi Türk dünyasını, “Mediterra” ise Akdeniz’i temsil eden sembolik kavramlar olarak düşünülebilir. Bu platform, ikili veya bloklar arası sıkışma riskine karşı üye ülkelerin birlikte hareket etmesini kolaylaştıracaktır. Özellikle bir kriz anında ortak diplomatik refleks geliştirme, insani yardımve gıda-enerji tedarik zinciri güvenliğini sağlama gibi alanlarda bu yapı faydalı olabilir.
Örneğin, Doğu Akdeniz’de olası bir deniz yetki anlaşmazlığı tırmanışında veya Orta Doğu’da patlayacak bir insani krizde, TURAN+MEDITERRA platformu üyeleri önceden hazırlanan senaryolarla eşgüdümlü tepki verebilir. Bu hem bölge içinde istikrarın korunmasına hem de büyük güçlerin boşluklardan yararlanarak nüfuz artırma çabalarının dengelenmesine yardımcı olacaktır. Platformun sürekli bir diyalog ve koordinasyon mekanizması haline gelmesi, kriz anlarında kaotik tepki yerine planlı bir ortak tavır alınmasını sağlayabilir. Bu girişime, coğrafi konumu ve çıkarları gereği İtalya, İspanya, Mısır, Cezayir gibi Akdeniz ülkeleri de davet edilerek platform genişletilebilir. Böylece Türkiye, Türk dünyası ile Akdeniz dünyasını birleştiren özgün bir diplomatik köprü kurmuş olacaktır. Bu yaklaşım, benzer şekilde Avrupa-Afrika arasında kurulan “Akdeniz için Birlik” (Union for the Mediterranean) inisiyatifine de bir alternatif ya da onu tamamlayıcı bir yapı olarak sunulabilir.
Türkiye ayrıca, gölge diplomasisi diyebileceğimiz arka kanal temaslarını aktif şekilde kullanarak bloklar arasındaki sert cepheleşmelerden yarar sağlamaya çalışmalıdır. Soğuk Savaş döneminde ABD ile Sovyetler arasında veya İsrail ile Mısır arasında gizli diplomasi örnekleri, zaman zaman kilit sorunların çözümünü kolaylaştırmıştır. Bugün de Ankara, resmi platformlarda aynı masada buluşması zor olan aktörlerle arka kapı temasları kurarak kendi jeopolitik manevra alanını genişletebilir. Özellikle İsrail-Hindistan bloğu olarak nitelenebilecek ve ABD ile yakın iş birliği içinde olan iki ülkenin, Orta Doğu ile Asya’da artan ortaklığını dengelemek için Türkiye Arap dünyasındaki ağırlığını artıracak adımlar atmalıdır.
Hindistan ve İsrail son yıllarda savunma teknolojileri, enerji ve istihbarat konularında yakınlaşmakta ve bu durum Pakistan, İran ve bazı Arap ülkelerinde rahatsızlık uyandırmaktadır. Türkiye, bu denklemde Arap ülkeleriyle ilişkilerini derinleştirerek kendi nüfuzunu artırabilir. Örneğin son dönemde Türkiye-Mısır ilişkilerinde görülen normalleşme ve işbirliği arayışı bu açıdan stratejiktir. Ankara ile Kahire, yıllar süren gerginliğin ardından enerji ve savunma alanlarında ortak projeleri ele almaya başlamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bizzat Mısır’la doğal gaz ve nükleer enerji alanlarında işbirliğini derinleştirmek istediğini açıklaması ve iki ülkenin İHA/SİHA, zırhlı araç satışları gibi savunma işbirliği konularını görüşmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Türkiye ile Mısır’ın anlaşmazlıklarını giderip işbirliğinegitmesinin, İsrail’in bölgesel gücünü dengelemek ve pazarlık gücü kazanmak için gerekli olduğu açıktır.
Gerçekten de Ankara ile Kahire’nin yakınlaşması, Doğu Akdeniz’den Libya’ya uzanan coğrafyada İsrail’in tek taraflı inisiyatif almasını sınırlayacak ve Türkiye’yi Arap dünyasıkarşısında inisiyatif kullanabilen ve karar aldırabilen bir aktör konumuna getirecektir. Benzer şekilde, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Körfez ülkeleriyle de ilişkilerini sıkı tutarak, İsrail-Hindistan eksenine karşı Arap dünyası + Türkiye dengesini kurmalıdır. Zira, IMEC ticari koridorunda izolasyona uğrama tehlikesi sadece Türkiye için değil, Suudi Arabistan için de geçerlidir. ABD, Yemen’deki iç karışıklık ve Husiler’i zapt edecek kuvveti kendinde bulduğu vakit, Kissinger doktrini doğrultusunda güçlü bir Suudi Arabistan veya başka bir bölgesel ülke istememektedir.
Bu arka kanal diplomasisi, kamuoyuna yansıtılmadan enerji anlaşmaları, savunma sanayii işbirlikleri veya altyapı projeleri şeklinde ilerletilebilir. Örneğin, Türkiye Mısır’ın enerji ihtiyacına katkı sağlayacak doğal gaz anlaşmaları ve deniz taşımacılığı hatları önererek hem ekonomik fayda sunabilir hem de siyasi yakınlaşmayı pekiştirebilir. Son raporlara göre Mısır’ın Türkiye’nin KAAN savaş uçağı projesine katılmayı değerlendirdiği belirtilmiştir ancak bu konuda temkinli olunmalıdır.
İran-Pakistan ikilisi de Türkiye açısından dikkatle yönetilmesi gereken bir boyuttur. İran, nükleer programı ve vekil milis ağlarıyla bölgede statüko karşıtı bir güç olarak dururken Pakistan ise Hindistan’la çatışması, nükleer silah kapasitesi ve Çin ile yakın ilişkileriyle Asya jeopolitiğinde kritik bir aktördür. Her iki ülkenin de Batı ittifakı dışında ve kısmen Çin-Rusya eksenine yakın durması, Türkiye için hem risk hem fırsat yaratmaktadır. Ankara, bir yandan NATO müttefiki olarak İran’ın nükleer silah edinmesine karşı çıkarken, diğer yandan komşu İran’la tamamen kopuk bir ilişki yaşamanın sakıncalarını bilmektedir. Benzer şekilde Pakistan, Türkiye’nin dost ve “kardeş” olarak gördüğü bir ülkedir ancak Çin etkisine fazlasıyla girmesine karşı Türk dünyası dengesini de sağlam tutmak gerekmektedir. Bu denklemi yumuşatmanın yolu, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri üzerinden çok taraflı temasları artırmaktır.
Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) bünyesinde halen Macaristan ve KKTC gözlemci üye iken, Pakistan’ın da gözlemci üyeliği olasılığı son dönemde mutlaka tartışılmalıdır. Nükleer güç Pakistan’ın TDT çatısı altına çekilmesinin teşkilata ciddi bir stratejik kuvvet kazandıracağını ve örgütü neredeyse NATO seviyesine yaklaştıracağı bellidir. Ancak Çin’in Pakistan üzerindeki nüfuzu nedeniyle bu kolay değildir. Pekin, Türk dünyasının güç birliği çabasından zaten rahatsızdır ve Pakistan’ı böyle bir birliğe kaptırmak istemeyecektir. Ankara burada hassas bir denge kurarak, örneğin Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerini kullanıp Çin, Pakistan ve İran’ı aynı platformlarda buluşturmayı deneyebilir.
Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) gibi mevcut mekanizmalar veya yeni kurulacak ikili-üçlü diyalog grupları üzerinden, İran-Türkiye-Pakistan arasında altyapı, enerji koridorları ve ticaret projeleri geliştirilebilir. Hâlihazırda İslamabad-Tahran-İstanbul yük treni hattı gibi projeler bu üç ülkeyi birbirine bağlamaya başlamıştır. Bu tür işbirlikleri, İran ve Pakistan’ın tamamen Çin eksenine kaymasını önlerken, Türkiye’nin de bu iki güçle sorunlarını yumuşatma imkânı verecektir. Örneğin, İran’ın Pakistan ile ortak bir şekilde Hazar-Karadeniz koridorunda yer alması sağlanabilir ve Orta Koridor’un güneyden bu şekilde bağlanması neticesinde İran hem Türk dünyası ile bağlarını koparmamış olur hem de Çin’e alternatif kanallara sahip olur. Bu stratejik esneklik, Türkiye’nin doğu komşularıyla dengeli ilişkiler kurmasına yardımcı olacaktır.
Türkiye’nin Çin ile ilişkilerini de yeni döneme uygun biçimde düzenlemesi gerekiyor. ABD-Çin rekabetinin sertleştiği bir ortamda, Ankara ne tamamen Çin karşıtı cephede yer almalı ne de Pekin’le köprüleri atmalıdır. Aksine, Türkiye’nin modern İpek Yolu olarak gördüğü Trans-Hazar ticaret hattı üzerinden Çin’le ekonomik-diplomatik ortaklık alanı yeniden tanımlanabilir. Orta Koridor girişimi, Çin’in Kuşak ve Yol (BRI) projesiyle doğal bir sinerji oluşturmaktadır. Dışişleri Bakanlığı’nın vurguladığı üzere, kadim İpek Yolu’nu canlandırmayı hedefleyen Orta Koridor, Çin’in Doğu-Batı bağlantılarını geliştirme amacındaki BRI ile “kazan-kazan” temelinde örtüşmektedir. Ankara, Pekin ile ilişkilerinde bu ortak paydayı öne çıkarmalıdır. Özellikle Rusya’nın Ukrayna savaşı sonrasında zayıflayan imajı, Orta Asya ülkelerini Rusya’ya alternatif ticaret yollarına yöneltmiştir.
Bu bağlamda Orta Koridor’un hayata geçirilmesi için Türkiye-Çin işbirliği kritik olacaktır. Çin de Rusya’ya aşırı bağımlı kuzey rotasının dışında, güneyde Türkiye üzerinden Avrupa’ya uzanan güvenli bir hatla ticaretini çeşitlendirebilir. Türkiye, Çin’e Orta Koridor üzerindeki ulaşım altyapısına yatırım yapması için cazip teklifler sunabilir. Örneğin, Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu hattının kapasite artırımı, Kars’ta veya Erzurum’da büyük lojistik üs gibi projelerde Çin sermayesi ve teknoloji birikimi değerlendirilebilir. Böylece Ankara, Washington’la sorun yaşadığı konularda Pekin’i bir denge unsuru olarak da kullanabilir. Tabii tüm bunlar yapılırken, Çin’in Uygur Türkleri politikası gibi hassas meselelerde Türkiye’nin ilkeli tutumunu sürdürmesi önem taşıyacaktır. Özetle, Türkiye-Çin diplomasisi, Orta Koridor + Kuşak-Yol perspektifiyle yeniden inşa edilmeli ve iki ülke arasında ekonomik ortaklıklar geliştirirken, stratejik alanda da karşılıklı güven artırıcı adımlar atılmalıdır. Bu, Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinde elini güçlendiren, aynı zamanda çok kutuplu dünyada oynak zeminlerde sağlam durmasını sağlayan bir denge politikası olacaktır.
Son olarak, Türkiye’nin ufkunu küresel ölçekte genişletmesi, sadece yakın çevresiyle sınırlı kalmayıp Latin Amerika, Afrika, Güney Asya gibi uzak bölgelerde de stratejik ortaklıklar kurması gerekmektedir. Özellikle Brezilya ve diğer Latin Amerika ülkeleriyle son yıllarda atılan adımlar, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Türkiye, Latin Amerika’da diplomatik ağını genişletmiştir. TİKA projeleri, savunma sanayii ihracatları ve ticari anlaşmalarla varlık göstermeye başlamıştır.
Brezilya özelinde, biyoyakıt ve savunma sanayii işbirliğipotansiyeli dikkat çekicidir. Ankara ile Brezilya’nın başkenti Brasilia arasında 2010’larda tesis edilen “stratejik ortaklık” mekanizması kapsamında, enerji ve savunma sektörlerinde önemli temaslar gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin yenilenebilir enerji ve biyoyakıt alanında Brezilya’nın tecrübesinden faydalanması, kendi enerji arz güvenliğini çeşitlendirmesi açısından değerlidir. Dışişleri Bakanlığı kaynaklarına göre, Türkiye ile Brezilya arasındaki siyasi ilişkiler ve işbirliği son derece mükemmel ve ayrıcalıklı bir dönemden geçmektedir.
Brezilya, Türkiye’nin Latin Amerika’daki en önemli ticaret ortağı haline gelmiştir. Bu olumlu zeminde, biyoyakıt (etanol) teknolojileri ve tarımsal enerji konularında ortak projeler geliştirilebilir. Örneğin, Brezilya’nın ünlü Proálcooletanol programı deneyimi Türkiye’nin şeker pancarı veya mısırdan etanol üretimine entegre edilebilir. Bir diğer somut işbirliği alanı ise savunma sanayii ve askerî teknolojialanındadır. 2025 yılı itibarıyla Türk savunma firması REPKON, Brezilyalı füze üreticisi SIATT ile ortak bir proje başlatmış ve Brezilya donanmasının geliştirilen uzun menzilli gemisavar füze programına kritik parça üretimiyle katkı sağlamaya başlamıştır. Bu anlaşma ile Türk şirketi, Brezilya’nın MANSUP-ER gemisavar füzesi üretiminde akışkan şekillendirme teknolojisi sağlayarak önemli bir rol üstlenmiştir. Ayrıca Türk Havacılık ve Uzay Sanayii (TUSAŞ) ile Brezilyalı havacılık firması Embraer arasında da ortak üretim konusunda mutabakat imzalanmıştır (2025 LAAD Savunma Fuarı’nda, TUSAŞ-Embraer arasında işbirliğiprotokolü açıklanmıştır). Bu tür ortaklıklar, Türkiye’nin Latin Amerika’da yeni pazarlar ve teknoloji ortaklıklarıkazanmasına yol açacaktır.
Meksika, Arjantin, Şili gibi ülkelerle enerji, madencilik, tarım teknolojileri ve savunma alanlarında işbirliği imkanları araştırılmalıdır. Örneğin, Kolombiya ile güvenlik işbirliği, Venezuela ile enerji takası, Arjantin ile nükleer teknoloji/uydu işbirliği gibi yaratıcı fikirler masaya konabilir. Bu sayede Türkiye, Batı-dışı dünyada da çok yönlü bir aktörhaline gelir ve küresel bloklar arasında sıkışmak yerine kendi küresel çıkar ağını oluşturabilir.
Tüm bu önerilen adımlar ışığında, Türkiye’nin önünde beliren tablo şudur: Agresif ve tek boyutlu adımlar yerine, dengeli ama cesur çok yönlü hamleler yapmak elzemdir. Bölgesinde ve ötesinde hem sert gücünü gerektiğinde gösterebilen ama asıl olarak yumuşak ve akıllı gücünü devreye sokan bir Türkiye, küresel bloklar arasında kendine bağımsız bir alanaçabilir. Özetlemek gerekirse, Ankara’nın çıkarları için atabileceği bazı proaktif adımlar şunlardır:
• Beklenmedik Diplomatik Açılımlar: KKTC’de yeni üsler kurma gibi stratejik adımları, hemen ardından Yunanistan’a Ege sorunlarını hakkaniyet prensibiyle çözme çağrısı gibi barışçıl tekliflerle dengelemek veUluslararası hukuk ve mahkeme kararlarını dayanak yaparak diyalog zemini oluşturmaktır.
• Bölgesel İşbirliği Platformları: TURAN+MEDITERRAgibi inisiyatiflerle Türk dünyası ve Akdeniz ülkelerini bir araya getiren kriz koordinasyon mekanizmalarıkurmak ve bu sayede ani krizlerde ortak tavır alıp istikrarı koruyacak bir ağ oluşturmaktır.
• Arka Kanal Diplomasisi: Mısır, BAE, Suudi Arabistangibi ülkelerle enerji, savunma ve ticaret alanlarında sessiz diplomasi yürütüp, İsrail-Hindistan eksenine karşı Türkiye-Arap dünyası denklemini güçlendirmek, Pakistan’ı Türk Devletleri Teşkilatı ile yakınlaştıracak girişimlerde bulunarak, Çin etkisini dengelemek ve Pakistan’ı Batı-Çin ikilemine mahkûm olmaktan kurtarmaktır.
• Kritik Güçlerle Dengeli İlişkiler: ABD ile müttefiklik devam ederken, Çin ile Orta Koridor üzerindenekonomik ortaklık geliştirmek, Rusya ile ilişkilerde fırsatçı değil tutarlı davranarak hem Ukrayna savaşı sonrası yeni dengeye uyum sağlamak hem de Rusya’nın hassasiyetlerini (örneğin Montrö rejimi, NATO genişlemesi gibi konuları) gözeten bir politika izlemektir.
• Küresel Açılımlar: Latin Amerika, Afrika ve Asya-Pasifik’te yeni dostluklar kurmak, özellikle Brezilya ile biyoenerji ve savunma, Afrika’da tarım ve altyapı, Güneydoğu Asya’da teknoloji ve eğitim ortaklıkları tesis etmek ve bu sayede Türkiye’yi sadece bölgesel değil küresel bir oyuncu haline getirecek diplomatik sermaye biriktirmektir.
Yukarıdaki adımlar, Türkiye’nin “dengeleyici orta güç”konumunu pekiştirecek ve büyük güç rekabetine karşı kendi rotasında ilerlemesini sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki, karşılıklı caydırıcılık stratejisi küresel çapta istikrarın tek garantisi olamaz. Zaman zaman cesur ve yaratıcı diplomatik atılımlar dengeyi değiştirebilir. Türkiye hem tarihsel mirası hem jeopolitik konumuyla, böyle atılımları yapabilecek kapasiteye sahiptir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin artık sarsıldığı, yeni bir dünya düzensizliğininşekillendiği bu dönemde, Ankara özneleşmek ve kendi oyun planını ortaya koymak zorundadır. Bunu yaparken de barışçıl ilkeleri, uluslararası hukuku ve çok taraflı diplomasiyirehber edinmek, Türkiye’yi güvenilir ve saygın bir aktör olarak konumlandıracaktır.
Sonuç olarak, dünya siyasetinde blokların yeniden belirginleştiği ve nükleer ihtimallerin konuşulur olduğu bir atmosferde, Türkiye akıllı bir denge siyasetiyle krizleri yönetmeye ve fırsata çevirmeye hazırlıklı olmalıdır. Geçmiş dünya savaşlarının acı tecrübeleri, katı bloklaşmaların yıkıcı sonuçlarını gösterdi. Bugün benzer hatalara düşmemek için Ankara’ya düşen, kendi çevresinde barışı ve işbirliğinitesis edip kendi hamlelerini belirleyebilmesidir. Bu da öngörülü, esnek ve çok boyutlu bir stratejik akılla mümkün olacaktır. Türkiye, bebek katili İsrail gibi agresif maceralar yerine, beklenmedik ama yapıcı diplomasi hamleleriyle bölgesinde ve ötesinde oyun değiştirici bir rol oynayabilir. Böylece caydırıcılık ile diyalog arasındaki hassas dengeyikendi lehine kullanarak milli çıkarlarını azami ölçüde koruyabilir ve küresel barışa da katkı sunabilir.
Türk, dengeyi kuran bir tarih yazar!
-DMD
Kaynaklar:
1. Snyder, Jack. Alliance Politics, Cornell University Press. (Tarihsel ittifak kuramları ve “chain-ganging” kavramı)
2. Morgenthau, Hans. “Alliance as a Balance of PowerTool” – CIAO Archives, 1952. (İttifakların çıkara dayalı doğası)
3. Valansi, Karel. “Why the Middle Corridor matters amid a geopolitical resorting” – Atlantic Council Report, 2025.
4. Bowen, Wyn. “Great Power competition is going nuclearagain” – Engelsberg Ideas, 2022.
5. Mammadov, Ali. “The Return of Transactional MilitaryAlliances in a Multipolar World” – Small Wars Journal, 2025.
6. 1914-1918 Online Encyclopedia – “Alliance System1914” (İttifakların I. Dünya Savaşı öncesi caydırıcılıktaki yetersizliği).
7. Hamasaeed, Sarhang. “With Cease-fire Holding, Can Israel and Iran Move Toward De-escalation?” – USIP, Haziran 2025.
8. Atlantic Council MENASource. “Egypt-Turkeycooperation…” – 18 Kasım 2024.
9. AA Analiz. “BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre Meis Adası’nın statüsü” – 2020.
10. Al Jazeera. “Erdogan says Turkey ready to build Cyprusnaval base ‘if necessary’” – 21 Temmuz 2024.
11. Reuters. “Erdogan: Turkey wants deeper ties with Egypton natural gas” – 2023.
12. Bloomberg. “Turkey, Egypt Seek Energy Cooperationin Push for Better Ties” – 2023.
13. Atlantic Council. “They must agree to offset Israelipower” – MENASource, 2024.
14. GASAM. “Pakistan, TDT’na katılabilir mi?” – Mart 2023.
15. MEMRI. “Middle Corridor synergy with BRI” – 2021
16. AA Teknoloji Haberi. “Brezilya’nın füzelerinde Türk imzası” – 29 Temmuz 2025
17. Dışişleri Bakanlığı. “Biyo-yakıtlar: Brezilya Örneği” – (Türkiye-Brezilya ilişkileri)
18. NATO Review. “Western Alliances in Times of PowerPolitics” – 2023. (Büyük güç rekabetinde ittifaklar analizi).

