5 Nisan 2025 Tarihli Yemen, Sudan, Somali ve İran’daki Politik ve Askeri Durumla
İsrail:
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun, ABD Başkanı Donald Trump ile Washington’da 7 Nisan Pazartesi günü bir araya gelmesi bekleniyor. Görüşmelerin, Trump yönetiminin İsrail menşeli bazı ürünlere getirdiği %17’lik yeni gümrük tarifelerini ele alacağı bildiriliyor. Bu tarifelerin, özellikle makine ve tıbbi ekipman gibi sektörleri etkilemesi öngörülüyor. İki liderin ayrıca İran’ın nükleer programı ve Gazze’deki Hamas ile devam eden çatışmalar hakkında da görüşmesi bekleniyor. Reuters
Suriye:
Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG) bağlı Kürt savaşçılar, Halep’in Şeyh Maksud ve Aşrafiye mahallelerinden çekildi. Bu adım, Suriye’nin geçici hükümeti ile kuzeydoğudaki Kürt liderliği arasında varılan bir anlaşmanın parçası olarak gerçekleşti. Anlaşma kapsamında, Kürt savaşçıların zamanla Suriye ordusuna entegre edilmesi ve Kürtlere dil eğitimi ile vatandaşlık gibi anayasal hakların tanınması hedefleniyor. AP News
İran:
ABD, İran’ın nükleer programını tamamen sona erdirmeyi amaçlayan doğrudan müzakereler için baskı yapıyor. Trump yönetimi, İran’ın artan zenginleştirilmiş uranyum stokları ve silah üretme kapasitesine yaklaşması nedeniyle endişeli. ABD, İran’ın tüm nükleer ve füze faaliyetlerini durdurmasını talep ediyor ve iki ay içinde bir anlaşma sağlanamazsa askeri müdahale uyarısında bulunuyor. WSJ
Irak:
Irak Dışişleri Bakanlığı, Birleşik Krallık’ın Irak’taki güvenlik seviyesini düşürme kararını memnuniyetle karşıladı. Bu adımın, Irak’taki güvenlik durumunun önemli ölçüde iyileştiğini yansıttığı ve İngiliz şirketlerinin Irak pazarına girişini kolaylaştıracağı belirtiliyor. Bakanlık ayrıca, diğer Batılı ülkeleri de benzer adımlar atmaya çağırdı.
Sudan:
Sudan’da 19 Şubat 2025’te Anayasal Bildiri’de yapılan değişiklikler yürürlüğe girdi. Bu değişikliklerle, Hızlı Destek Kuvvetleri ve Özgürlük ve Değişim Güçleri’ne atıflar kaldırıldı, yabancı uyrukluların hükümet pozisyonlarında bulunması yasaklandı ve Geçici Egemenlik Konseyi’ne dış politika üzerinde denetim yetkisi verildi. Ayrıca, geçiş dönemi 39 ay daha uzatıldı. Wikipedia
Somali:
Somali Cumhurbaşkanı Hassan Sheikh Mohamud’un, ABD Başkanı Donald Trump’a gönderdiği ve ABD’ye Berbera ve Baledogle hava üsleri ile Berbera ve Bosaso limanlarında münhasır operasyonel kontrol teklif eden taslak mektup sızdırıldı. Bu teklif, bölgedeki aşırılık yanlılarına karşı ABD’nin etkinliğini artırmayı amaçlıyor. Ancak, Somaliland liderliği bu adıma karşı çıkarak, kendi özerkliklerini vurguladı ve uluslararası toplumu doğrudan kendileriyle iletişime geçmeye çağırdı. AP News
Azerbaycan:
Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Marija Pejčinović Burić, Bakü’de Azerbaycan için 2022-2025 yıllarını kapsayan yeni Eylem Planı’nı başlattı. Bu plan, Azerbaycan’ın insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi alanlarında Avrupa Konseyi standartlarına daha da yaklaşmasını hedefliyor. Toplam bütçesi 9,6 milyon Euro olan plan, Azerbaycan’ın uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmesine destek olmayı amaçlıyor. Portal+1Portal+1Portal
Yemen
ABD, Yemen’deki Husi isyancılarına yönelik hava saldırılarını artırarak, başkent Sana’a, Hudeyde ve Sa’da gibi yoğun nüfuslu bölgeleri hedef aldı. Bu saldırılar, ülkedeki insani krizi daha da derinleştirdi; sivillerin ölümü ve altyapının tahrip olması nedeniyle insani yardım çalışmaları aksadı. Husilerin kontrolündeki bölgelerde yardım kuruluşlarının erişimi kısıtlanmış durumda.
Sudan
Sudan ordusu, Hızlı Destek Kuvvetleri’ne (RSF) karşı başkent Hartum ve çevresinde önemli ilerlemeler kaydetti. Ordu, Hartum’un kuzeyindeki Kafouri bölgesi de dahil olmak üzere stratejik bölgeleri geri aldı. Ordu lideri Abdülfettah el-Burhan, başkent tamamen kontrol altına alındığında teknokratlardan oluşan bir geçiş hükümeti kurulacağını ve ardından seçimlere gidileceğini açıkladı. Ancak, Darfur gibi bölgelerde RSF’nin kontrolü devam ediyor ve çatışmalar sürüyor. ,
eurafrica.info+1Asharq Al-Awsat+1Asharq Al-Awsat
Somali
El-Şebab, 20 Şubat 2025’te Orta Şabel, Aşağı Şabel ve Hiran bölgelerinde Somali Ulusal Ordusu (SNA) ve Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu (AUSSOM) güçlerine karşı geniş çaplı bir saldırı başlattı. Grup, başkent Mogadişu’yu kuşatmayı ve stratejik bölgeleri ele geçirmeyi hedefliyor. ABD ve Etiyopya, El-Şebab’a karşı hava saldırıları düzenledi. Türkiye ise Temmuz 2024’te Somali’ye iki yıllık bir askeri konuşlanma kararı alarak, güvenlik güçlerine eğitim ve destek sağlamaya devam ediyor. Anadolu Ajansı
İran
ABD Başkanı Donald Trump, İran’ı nükleer programı konusunda müzakere etmemesi halinde bombalama ve ek yaptırımlarla tehdit etti. Bu tehditlerin ardından ABD, Orta Doğu’daki askeri varlığını artırarak, B-2 bombardıman uçaklarını Diego Garcia üssüne konuşlandırdı ve USS Harry S. Truman uçak gemisi görev grubunun bölgedeki görev süresini uzattı. Rusya, ABD’nin İran’a yönelik tehditlerini kınayarak, bu tür adımların bölge için yıkıcı sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulundu.
Sudan’da son durum
Sudan’da 15 Nisan 2025 tarihindeki darbe girişimi sonrasında başlayan iç savaş halen devam ediyor.
General Abdulfettah Burhan liderliğindeki düzenli ordu güçleriyle General Muhammed Hamdan Dagalo liderliğindeki Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) ülkenin birçok bölgesinde çatışıyor.
General Abdulfettah Burhan aynı zamanda ülkenin uluslararası arenada kabul gören lideri konumunda.
Başta başkent Hartum olmak üzere Sudan’ın birçok kentinde iki taraf arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyor.
HDK başta olmak üzere çatışmanın tarafları sivil katliamları gerçekleştirmekle suçlanıyor.
Ülkenin güney ve güneybatı kesimlerindeki Darfur Koruma Gücü, Sudan Halk Kurtuluş Hareketi, Sudan Kurtuluş Hareketi, Sudan Kurtuluş Hareketi-Geçiş Konseyi gibi silahlı grupların da çatışmalara dahil olduğu bildiriliyor.
Öte yandan Güney Sudan da Sudan topraklarının güney ucundaki bir bölgede kontrol sahibi.
27 Mart Şubat itibarıyla Sudan’da son durum ve yaklaşık kontrol alanları şu şekilde:
GAZZE’DE “CEHENNEMİN KAPILARI” AÇILDI MI?
İsrail’den Gazze’ye hava saldırısı: 400’ü aşkın kişi hayatını kaybetti İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından yapılan açıklamada ise, “Siyasi kadroya paralel olarak, IDF ve ISA, Gazze Şeridi’nde Hamas terör örgütüne ait terör hedeflerine yönelik kapsamlı hava saldırıları düzenliyor” denildi.
İsrail günün erken saatlerinde Gazze’de onlarca noktaya hava saldırıları düzenledi. Hamas ile İsrail arasında Ocak ayında imzalanan ateşkesin uzatılmasına dair müzakereleri akamete uğratabilecek saldırılarda Filistinli yetkililere göre 404 kişi hayatını kaybetti, 562 kişi de yaralandı.
Hamas’ın ise İsrail’i yoğun uğraşlar sonunda varılan ateşkes anlaşmasından caymakla suçlaması, hâlâ Gazze’de olan 59 rehinenin akıbetine ilişkin belirsizlik oluşturdu.
Ateşkes konusunda ara bulucular ile iletişimin devam ettiğini açıklayan Hamas, ateşkesin tümüyle uygulanmasını istediğini ifade ederken arabuluculurdan Mısır da tüm taraflara itidalli olma ve kalıcı bir ateşkese yönelik çalışma çağrısında bulundu.
İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun makamından yapılan açıklamada, Hamas’ın rehineleri serbest bırakmayı çeşitli defalar reddettiği ve ABD Başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu temsilcisi Steve Witkoff’un tekliflerini kabul etmediği ifade edilerek, “İsrail bundan sonra Hamas’a karşı giderek artan şiddette askeri güçle karşılık verecek” denildi.
İsrail ordusu, ağır saldırıların ardından Gazze’de birçok bölgeye yönelik tahliye talimatı verdiğini açıkladı.
Gazze Şeridi’nin kuzeyi, merkezi, orta ve güney kesimlerindeki Deyr el Balah, Han Yunus ve Refah kentleri dahil olmak üzere birçok bölgeye hava saldırısı düzenlendiği bildirildi. Filistin Sağlık Bakanlığı yetkilileri hayatını kaybedenlerin çoğunun çocuk olduğunu açıkladılar.
Onlarca noktayı vurduğunu açıklayan İsrail ordusu, saldırıların gerektiği kadar devam edeceğini ve hava saldırıları dışında da adımlar atılacağını söyleyerek kara harekâtının başlayabileceğine işaret etti.
İsrail’in son zamanlarda belli kişilere ya da militan olduklarından şüphelenilen küçük gruplara yönelik düzenlediğini belirttiği insansız hava aracı (İHA) saldırılarından daha kapsamlı olan hava saldırıları, 19 Ocak’ta imzalanan ateşkesin uzatılmasına yönelik çabaların sonuçsuz kalmasının ardından geldi.
Hamas kaynakları saldırılarda hayatını kaybedenler arasında Hamas’ın siyasi bürosunun üst düzeydeki yetkilisi Muhammed el Jmasi ve üst düzeydeki güvenlik yetkilisi Mahmud Ebu Watfa’nın ve akrabalarının da bulunduğunu açıkladı. Toplam olarak en az beş Hamas yetkilisinin hayatını kaybettiği açıklandı.
İsrail’in saldırılardan önce ABD yönetimine danıştığını söyleyen Beyaz Saray Sözcüsü Brian Hughes, “Hamas, ateşkesi uzatmak için rehineleri serbest bırakabilirdi ancak bunu reddetmeyi ve savaşı tercih etti” dedi.
Ateşkes konusunda anlaşmazlık
Ateşkesin birinci aşamasının tamamlanmasının ardından İsrail ve Hamas’ın müzakere heyetleri Doha’da Mısır ve Katar’dan ara bulucularla aradaki anlaşmazlıkları çözmek üzere müzakere yürütüyorlardı.
Ateşkesin birinci aşamasında Gazze’deki militan gruplar 33 İsrailli ve 5 Taylandlı rehineyi serbest bırakırken, İsrail de yaklaşık 2,000 Filistinli mahkumu serbest bırakmıştı.
ABD’nin de desteğini alan İsrail, hâlâ Gazze’de tutulan 59 rehinenin serbest bırakılması hâlinde ateşkesin ancak Musevilerin Nisan’daki Hamursuz Bayramı sonuna kadar uzatılabileceği şeklinde tavır alırken, Hamas ise Ocak’ta imzalanan ateşkes anlaşmasının şartları uyarınca savaşın kalıcı olarak sonlanması ve İsrail kuvvetlerinin Gazze’den tamamen çekilmesine yönelik müzakerelere geçilmesini istiyordu.
Ordu Sözcüsünden açıklama
İsrail Ordu Sözcüsü Avichay Adraee, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, “Siyasi düzeyin talimatları doğrultusunda İsrail ordusu ve İç güvenlik teşkilatı Shin-Bet (Şabak), Gazze Şeridi genelinde Hamas’a bağlı hedeflere geniş çaplı bir saldırı başlattı” ifadesini kullandı.
İsrail Ordusu İç Cephe Komutanlığı, Gazze Şeridi çevresindeki okullarda eğitime ara verildiğini ve çiftçilerin sınıra yakın yerlerde çalışmasına izin verilmeyeceğini duyurdu.
İsrail Başbakanlık Ofisi, savaşın yeniden başlatılması kararının “Hamas’ın rehineleri serbest bırakmayı defalarca reddetmesi ve ABD elçisi Steve Witkoff ile Katar ve Mısır arabulucularının sunduğu tüm önerileri reddetmesinin ardından” alındığını bildirdi.
Başbakanlık Ofisi, İsrail’in Hamas’a yönelik askeri operasyonunun gücünü artıracağını vurguladı.
İsrail’den, “cehennemin kapıları açılacak” açıklaması
Ateşkesi bozarak Gazze Şeridi’ne yönelik saldırılarla yeniden sivilleri hedef almaya başlayan İsrail, Hamas’ın esirleri serbest bırakmaması halinde “cehennemin kapılarının açılacağını” savundu.
İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, yaptığı açıklamada, Hamas’ın İsrailli esirleri serbest bırakmayı reddetmesi nedeniyle saldırıları yeniden başlattıklarını öne sürdü.
Katz, “Hamas esirlerin tamamını serbest bırakmazsa Gazze’de cehennemin kapıları açılacak.” ifadesini kullandı.
Şiddetli saldırılar düzenleyecekleri tehdidinde bulunan Katz, hedeflerine ulaşana kadar saldırıları sürdüreceklerini kaydetti.
Hamas: İsrail verdiği sözlere uymadı ve Gazze’de soykırımını yeniden başlattı
Hamas, “İsrail’in verdiği sözlere uymadığını ve ateşkese arabulucu ülkelerin gözü önünde sorumluluklarını yerine getirmeyerek Gazze Şeridi’nde Filistin halkına karşı soykırımını yeniden başlattığını” duyurdu.
Hamas’ın Siyasi Büro Üyesi İzzet er-Rişk, yaptığı yazılı açıklamada, “(İsrail Başbakanı Binyamin) Netanyahu gıda ve ilaç girişini engellemekle kalmadı Gazzeli çocukları uykularında bombalayarak öldürdü.” ifadesini kullandı.
Rişk, “İşgalci İsrail’in verdiği sözlere uymadığını, dünyanın ve arabulucu ülkelerin gözü önünde sorumluluklarını yerine getirmediğini” aktardı.
Netanyahu’nun Gazze’ye saldırılarını “kendisini ülke içi krizlerden kurtarmak için” başlattığını belirten Rişk, “Netanyahu’nun savaşa dönme kararı, İsrailli esirlerin kurban edilmesi ve haklarında idam cezası verilmesi kararıdır.” değerlendirmesinde bulundu.
Arap ve İslam ülkeleri ile uluslararası topluma yönelik Rişk, “Nazi-Siyonist vahşetinin ve sivillerin maruz kaldığı soykırımın” durdurulması çağrısı yaptı.
Rişk, arabulucu ülkelere de “Netanyahu’nun ateşkes anlaşmasına vurduğu darbeyle ilgili gerçekleri ortaya çıkarmaları, Gazze ve bölgedeki yangını körüklemekten Netanyahu’yu sorumlu tutmaları” çağrısında bulundu.
Hamas yetkilisi, İsrail’in hedeflerine ulaşamayacağını belirterek, “Düşmanın müzakerelerle elde edemediğini, savaş ve yıkımla da başaramayacağını” kaydetti.
Rişk, Arap ve İslam toplumları ile “dünyanın özgür insanlarına”, “İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilere karşı soykırımını yeniden başlatmasını reddetmek için sokaklara çıkma, meydanlarda gösteriler yapma” çağrısında bulundu.
Ölenlerin ve kaybolanların sayısı 322’yi geçti
Gazze’deki hükümetin Medya Ofisinden yapılan yazılı açıklamada, İsrail’in Gazze’deki ateşkes anlaşmasını hiçe sayarak, uluslararası ve insani tüm anlaşmaları ihlal ederek sivillere yönelik soykırımı sürdürdüğü belirtildi. Açıklamada, İsrail’in Gazze’ye 5 saat boyunca düzenlediği saldırılarda ölenlerin ve kaybolanların sayısının 322’yi aştığı ve onlarca yaralının olduğu kaydedildi.
Ölen ve yaralananların bir kısmı hastanelere ulaştırılırken, büyük bir kısmının bölgedeki kötü insani şartlar ve tüm kentlerdeki akaryakıt sıkıntısının ulaşımı felç etmesi nedeniyle henüz hastanelere nakledilemediği, ölenlerin ve kayıpların çoğunun kadın, çocuk ve yaşlılardan oluştuğu ifade edildi.
İsrail ateşkesi bozduğunu duyurdu
İsrail ordusu, siyasi kademenin talimatları doğrultusunda Gazze’ye geniş çaplı saldırıların yeniden başlatıldığını duyurmuştu. İsrail Başbakanlık ofisinden yapılan açıklamada, saldırıların Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yisrael Katz’ın talimatlarıyla başlatıldığı ifade edilmişti. Ateşkesi bozan İsrail’in Hamas’a karşı “gittikçe artan askeri güçle” hareket edeceği aktarılmıştı.
İsrail Başbakanlık Ofisi’nden yapılan açıklamada, Başbakan Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yisrael Katz’ın Gazze’de “Hamas’a karşı güçlü bir şekilde harekete geçme talimatı verdiği” ifade edildi. Hamas’ın Gazze’deki İsrailli esirleri serbest bırakmayı ve arabuluculardan aldığı teklifleri reddettiği öne sürülen açıklamada, saldırıların da bu nedenle başlatıldığı ifade edildi. İsrail ordusunun Gazze’de Hamas’a ait noktalara saldırı düzenlediği iddia edilen açıklamada, İsrail’in bu şekilde 7 Ekim 2023’ten bu yana ulaşamadığı hedeflerine ulaşmayı ve Gazze’deki İsrailli esirlerin serbest bırakılmasını sağlamayı amaçladığı kaydedildi. İsrail ordusu, ateşkesi tek taraflı bozarak Gazze’ye yeni bir saldırı başlattı. Saldırılarda aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu en az 404 kişi yaşamını yitirdi. |
KATZ: GAZZE’DE CEHENNEMİN KAPILARI AÇILACAK
YİSRAEL KATZ – 17.03.2025 İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz saldırılara dair açıklamalarda bulundu. İsrail Savunma Bakanı Yisrael Katz, yaptığı açıklamada, Hamas’ın İsrailli esirleri serbest bırakmayı reddetmesi nedeniyle saldırıları yeniden başlattıklarını öne sürdü. Katz, “Hamas esirlerin tamamını serbest bırakmazsa Gazze’de cehennemin kapıları açılacak.” ifadesini kullandı.Şiddetli saldırılar düzenleyecekleri tehdidinde bulunan Katz, hedeflerine ulaşana kadar saldırıları sürdüreceklerini kaydetti. |
ERDOĞAN: ATEŞKES YENİDEN SAĞLANMALI, İSRAİL’İN SALDIRILARI KABUL EDİLEMEZ – GRAFİK
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Finlandiya Cumhurbaşkanı Alexander Stubb ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirdi. Görüşmede Türkiye ile Finlandiya ikili ilişkileri, bölgesel ve küresel konular ele alındı. Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşmede, Türkiye’nin Finlandiya ile iş birliğini derinleştirme konusunda iradesinin tam olduğunu, savunma sanayii ve terörle mücadele başta olmak üzere birçok alanda ilişkileri geliştirmek için çalışmaya devam edeceklerini ifade etti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Ukrayna ile Rusya arasındaki savaşın adil ve kalıcı barışla sona ermesi için Türkiye’nin gayretlerini sürdürdüğünü, Rusya’nın ateşkes çağrısını kabul etmesini beklediklerini belirtti. Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşmede, İsrail’in Gazze’de yeniden başlayan saldırılarının kabul edilemez olduğunu, Netanyahu’nun soykırım politikasına uluslararası toplumun artık “dur” demesi gerektiğini, ateşkesin bir an önce yeniden sağlanmasının önemini ifade etti. https://x.com/iletisim/status/1901958574592446754 |
HAMAS: NETANYAHU’NUN KARARI REHİNELERİ KURBAN ETME KARARI
Hamas yetkilisi İzzet el-Rişk AFP’ye yaptığı açıklamada, “Netanyahu’nun savaşı yeniden başlatma kararı, rehineleri kurban etme ve onlara ölüm cezası verme kararıdır” dedi ve İsrail başbakanının çatışmaları iç krizlerden uzaklaşmak için siyasi bir “cankurtaran simidi” olarak kullandığını vurguladı. |
AFP: GAZZE İÇİŞLERİ BAKANLIĞI’NIN BAŞINDAKİ GENERAL ÖLDÜRÜLDÜ
AFP haber ajansının geçtiği bilgilere göre, Hamas kaynakları Gazze İçişleri Bakanlığı’nın başındaki generalin İsrail saldırıları sırasında öldürüldüğünü duyurdu. İsmi açıklanmayan iki kaynak, Gazze’deki güvenlik güçlerinden sorumlu general Mahmud Ebu Vatfa’nın İsrail’in gece saatlerinde Gazze’ye düzenlediği saldırıda hayatını kaybettiğini açıkladı. |
BEYAZ SARAY: İSRAİL GAZZE’YE SALDIRILAR KONUSUNDA ABD’YE DANIŞTI
Fox News’e konuşan Beyaz Saray Sözcüsü Karoline Leavitt, İsrail’in ateşkesi bozarak Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılara dair açıklamada bulundu. ABD’nin bu saldırılar hakkında önceden bilgisi olduğunu teyit eden Leavitt, İsrail’in saldırılar konusunda Beyaz Saray ve Trump yönetimine danıştığını söyledi. Leavitt, “Kıyamet kopacak.” ifadesini kullanarak, Trump’ın İsrail’e destek olmaktan korkmadığını belirtti. |
ALBARES: SALDIRILARI ÜZÜNTÜYLE KARŞILIYORUZ
İspanya Dışişleri Bakanı Jose Manuel Albares, İsrail’in ateşkesi bozarak Gazze’ye yönelik başlattığı saldırıları “üzüntüyle karşıladığını ve reddettiğini” söyledi. Albares, İspanyol radyosu Onda Cero’ya verdiği demeçte, İsrail’in bu sabah ateşkesi bozarak Gazze Şeridi’ne başlattığı saldırılarla ilgili “Ayrım gözetmeksizin sivil halkı da vuran bu yeni şiddet dalgasından ve bu yeni bombalamalardan üzüntü duymalı ve reddetmeliyiz.” açıklamasında bulundu. |
DIŞİŞLERİ BAKANLIĞI’NDAN İSRAİL’E SERT TEPKİ
Dışişleri Bakanlığı, İsrail’in Gazze’ye başlattığı saldırılara ilişkin yaptığı açıklamada “İsrail, uluslararası hukuku ve evrensel değerleri en ağır biçimde ihlal ederek insanlığa meydan okumaktadır” ifadelerini kullandı. “İsrail’in Gazze’de bu sabaha (18 Mart) karşı gerçekleştirdiği saldırılarda yüzlerce Filistinliyi katletmesi, Netanyahu hükümetinin yürüttüğü soykırım politikasında yeni bir aşamaya geçildiğini göstermektedir. İsrail, uluslararası hukuku ve evrensel değerleri en ağır biçimde ihlal ederek insanlığa meydan okumaktadır. Küresel düzeyde barış ve istikrar arayışlarının yoğunlaştığı bir dönemde, İsrail hükümetinin sergilediği bu saldırgan tutum, bölgenin ortak geleceğini tehdit etmektedir. İsrail’in yeni bir şiddet sarmalına neden olması kabul edilemez. Gazze’de kalıcı ateşkesin sağlanması ve insani yardımların ulaştırılması için İsrail’e karşı uluslararası toplum tarafından kararlı bir duruş sergilenmesi gerekmektedir. Türkiye olarak, Filistin halkının haklı davasında yanında durmayı sürdüreceğimizi ve bölgede barış ve istikrarın sağlanmasına yönelik çabalara destek vereceğimizi bir kez daha vurguluyoruz.” |
HUSİLERDEN GAZZE AÇIKLAMASI: ŞİDDETİ ARTIRIRIZ
Yemenli Husiler, İsrail’in “Gazze Şeridi’ne yönelik saldırganlığını yeniden başlatmasını” kınayan bir açıklama yayınladı. Husilerin Yüksek Siyasi Konseyi tarafından yapılan açıklamada, “Filistin halkını bu mücadelede yalnız bırakmayacağız. Destek ve yardımlarımızı sürdürecek ve çatışma adımlarını tırmandıracağız” denildi. |
2-KIZILDENİZ’DE YÜKSELEN TANSİYON BÜYÜK SAVAŞA EVRİLİR Mİ?
Gazze’de kırılgan bir ateşkes süreci devam ederken, daha güneyde Yemen’de, zorlukla gizlenen düşmanlıklar ve ekonomik kriz kaynama noktasına ulaşırken barış süreci adeta pamuk ipliğine bağlı durumda.
Husiler ve güneydeki muhalifleri arasında 2022’de sağlanan ateşkesin ardından ülkede görece bir sükûnet sağlanmıştı ancak Gazze’deki savaş 2023’te patlak verdiğinde Yemen kıyılarına kadar uzandı.
Analistler geçtiğimiz hafta ABD’nin Husileri resmen “Yabancı Terör Örgütü” olarak tanımlaması kararının Yemen’deki insani durum ve barış üzerinde vahim sonuçları olabileceği uyarısında bulundu.
Bu tedirginliğin bir işareti de Yemen’in stratejik açıdan önemli ve kaynak zengini bir bölgesi olan Marib’de, son haftalarda Husi güçlerinin büyük bir hareketliliğinin ve çatışmaların yaşandığı ve ateşkesin son üç yılın en hassas noktasında olduğu yerde görülebilir.
Chatham House’da araştırma görevlisi olan Farea el Müslimi, Marib’de ya da hareketsiz cephe hatlarının diğer bölgelerinde bu Ramazan büyük bir saldırının kaçınılmaz olduğunu düşünüyor.
El Müslimi The New Arab’a verdiği demeçte “Husiler teolojik önemi olan bir günde büyük bir saldırı başlatmadan Ramazan ayı geçerse çok şaşırırım” dedi.
“Husiler savaş olmadan yaşayamaz. Gazze’deki ateşkes onların elinde değildi; ateşkes devam ederse (Yemen’de) bir iç cephe hattı bulmak zorunda kalacaklar, ateşkes çökerse bu onları kurtaracak ve denize geri dönecekler.”
Husiler Eylül 2014’te başkent Sana’yı ele geçirdiklerinden beri neredeyse sürekli bir savaş halinde ve 2022’de hükümetle ateşkes başladığında bile deniz kuvvetleri ve komandoları Kızıldeniz’deki gemileri ve İsrail’i roketlerle hedef almakla meşguldü ki kendileri bunun Gazze halkıyla dayanışma eylemi olduğunu söylüyor.
El Müslimi, çatışmanın, askeri bir güç olarak Husilerin Yemen halkından zorla para toplaması ve fiili olarak yönetmesi için gerekli olduğunu, kamu hizmetlerinin yokluğunun ve çökmüş bir ekonominin sebebinin savaşlar olduğunu ifade ediyor.
Husiler, gazetecilerin işkence görmesi ve öldürülmesi, yardım çalışanlarının gözaltına alınması ve BM ofisleri de dahil olmak üzere STK’ların basılmasıyla birlikte durumu sorgulayan söylemleri hedef aldı, bu nedenle ateşkes başladığında, milislerin topraklarını saran yaygın yolsuzluk ve korkunç yönetim durumu için daha az bahanesi vardı.
Husilerin kontrol ettiği bölgelerde kamuya ait elektrik yok ama Sana’da özel elektrik jeneratör şirketleri işletiyorlar. Maaşlar yok ama (eski cumhurbaşkanı) Ali Abdullah Salih’in tüm Yemen’de beş yılda topladığından daha fazla vergiyi bir yılda topladılar.
İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin gerilemesi, Hamas’ın Gazze savaşıyla büyük ölçüde zayıflamasına, Hizbullah’ın komuta yapısının İsrail hava saldırılarında yok olmasına ve Beşar Esed rejiminin devrilmesine, Suriye’de bulunan yüzlerce Husi savaşçısının sınırı geçerek Irak’a kaçmasına neden oldu.
Şimdi Yemen ve Irak, İran yanlısı bu ittifakın ön saflarında yer alıyor ve Tahran’ın en güçlü vekil güçlerinin zayıflaması, Husi lideri Abdülmelik El Husi’ye Hasan Nasrallah’ın ölümünün ardından bölgesel bir ağırlığa yükselme fırsatı sunuyor.
El Müslimi’ye göre Husiler İran için iki avantaja sahip: Stratejik açıdan önemli geniş bir bölgeyi kontrol ediyorlar ve İsrail ile ABD de dahil olmak üzere herkese saldırmaya hazır olduklarını gösterdiler.
El Müslimi, “Husiler için iyi haber, artık “Direniş Ekseni”nde business class koltuğunda oturuyor olmaları; Abdülmelik’in vaftiz babası Hasan Nasrallah’ın gölgesi aradan çıktı, dolayısıyla Husiler artık daha görünür ve İran için daha kullanışlı, özellikle de her şeyi göze almaları ve Abdülmelik’in pervasızlığı nedeniyle” dedi ve ekledi:
“Asıl soru şu: Abdülmelik Husi, Nasrallah’ın pozisyonunu devralabilir mi? Bence hayır; İsrail’le savaşacak siyasete ve deneyime sahip değil ve Nasrallah’a kıyasla İranlılar tarafından hor görülüyor. Ayrıca Direniş Ekseni’nin iş bitiricisi değil ve Nasrallah’ın aksine İran Devrim Muhafızları’nın politikasında söz sahibi değil.”
Özellikle Suudi Arabistan’ın sahneden çekilmesinin ardından, güneyli güçlerden oluşan bu karmakarışık yapının, savaşta sertleşmiş ve birleşik bir Husi gücünün saldırısına karşı koyup koyamayacağı belirsiz.
Başkanlık Konseyi’nin 2022’de kurulması güneyli partiler arasında bir uyum şansı sunmuş ve Yemen ordusunun kabiliyetlerinde ilerlemeler kaydedilmiş olsa da güneyli güçler karmasının entegrasyon düzeyi ve Husilerle tek başlarına savaşıp savaşamayacakları konusunda soru işaretleri var.
Malcolm H. Kerr Carnegie Orta Doğu Merkezi’nde misafir akademisyen olan İbrahim Celal The New Arab’a verdiği demeçte “Başkanlık Konseyi en azından Husilere karşı ortak tehdit algısıyla teokratik olarak birleşmiş durumda” dedi ve ekledi:
“Geçtiğimiz üç yıl içinde Yemen Silahlı Kuvvetleri ciddi bir eğitim ve dönüşüm sürecinden geçti ve insansız hava araçlarını kabiliyetlerine entegre etti. Başkanlık Konseyi’ne bağlı diğer güçler, özellikle de Büyük Tugay, geçmişte yoğun hava koruması altında göreceli bir kapasite sergiledi.
Kısacası, Yemen Silahlı Kuvvetleri’nin operasyonel kapasitesini ve hazır olma durumunu geliştirdiği ve dolayısıyla savunma pozisyonunu -hava koruması olmasa bile- güçlendirdiği düşünülüyor. Bir Husi saldırısı durumunda bu güçlerini test etmek zorunda kalacaklar.”
Washington’un İran’la nükleer anlaşma peşinde koştuğu ve Tahran’ın vekil güçlerinin 2019’da Suudi tesislerine düzenlediği saldırıların Donald Trump tarafından büyük ölçüde cezasız bırakıldığı Obama döneminden bu yana Riyad’da ABD-Suudi askeri ittifakının geleceği konusunda büyük bir belirsizlik var.
ABD-Suudi ilişkilerindeki bu belirsizlik Riyad’ı bir yandan silahlanmaya bir yandan da İran’la yakınlaşmaya itti ve 2023’te Tahran’la Çin’in öncülüğünde sürpriz bir anlaşma imzaladı. Trump’ın görevdeki ikinci döneminin ilk iki ayında ortaya çıkan kargaşanın, özellikle de ABD’nin geleneksel müttefiklerine davranış biçiminin bu tür korkuları yatıştırması pek olası değil.
İbrahim Celal, “Suudi Arabistan’ın Yemen’e yeniden müdahil olması için en az iki temel koşul var: Birincisi, iyileştirilmiş bir savunma paketi de dahil olmak üzere Amerikan güvenlik garantileri; ikincisi ise Amerikan güvenilirliğinin yeniden tesis edilmesi” dedi ve ekledi:
“Suudi Arabistan, 2019’da Abqaiq ve Khurais’ın hedef alındığı (Husiler tarafından hedef alınan iki petrol sahası) dönemde ilk Trump yönetiminin kendilerini nasıl yalnız bıraktığını unutmadı. Genel olarak Suudi Arabistan, İran destekli Husi füze ve insansız hava aracı programının yarattığı kalıcı tehdidi kabul etmesine rağmen gerilimi azaltma konusunda daha istekli.”
Kızıldeniz’deki Husi saldırıları buğday, petrol ve diğer temel ihtiyaç maddelerinin ithalatını da önemli ölçüde azaltarak nakliye şirketlerinin sigorta primlerinde keskin artışlara neden oldu.
Ekmek gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarındaki keskin artış ve Yemen’in güneyindeki kamu altyapısının yedek parça sıkıntısı ve yolsuzluk nedeniyle yıpranması, aylarca süren elektrik kesintileri ve su sıkıntısı güneydeki Aden kentinde büyük protestolara neden oldu.
STC’nin İngiltere Ofisi Başkanı Mohamed Alsahimi, yeni bir şiddet olayını önlemek için uluslararası toplumun acilen Yemen’in siyasi sürecine dahil olması gerektiğini ve bugünkünden çok farklı bir siyasi iklimde alelacele kabul edilen ve giderek can çekişen Başkanlık Konseyi düzenlemesinin yeniden tasarlanması gerektiğini söyledi.
Alsahimi The New Arab’a verdiği demeçte “Herkes bir şeylerin olmasını bekliyor, kimse çatışmayı çözmek ya da en azından barış görüşmeleri yapmak için ciddi bir girişimde bulunmuyor” dedi ve ekledi:
“Suudi Arabistan’ın ortaya koyduğu bir yol haritası vardı ama bu Suudileri Yemen’den çıkarmak için tasarlanmış bir barış girişimiydi ve muhtemelen Husileri daha da güçlendirdi çünkü maaşları onlar ödeyecekti. Husilere verilen milyarlarca (dolardan) bahsediyorsunuz, bu da onlara güçlenmeleri için koz verdi.”
Husilerin saldırısı başlarsa Körfez ülkelerinin Yemen hükümetine ve güneydeki güçlere ne kadar yardım edeceği konusunda analistler halen ikiye bölünmüş durumda; BAE’nin muhtemelen güneydeki müttefiklerini destekleyeceği konusunda fikir birliği varken Suudi Arabistan’ın sürece dahil olma ihtimali oldukça şüpheli.
Bunun nedeni Suudi Arabistan’ın Yemen’e askeri müdahalesinin büyük maliyeti. (Suudi Arabistan Yemen’de Husilere karşı savaşa ilk dahil olduğunda bunun kendisine maliyeti aylık 6 milyar dolar kadar oldu. Ayrıca düzenlediği hava saldırılarında binlerce sivilin ölmesi Suudi yönetiminin uluslararası itibarına büyük zarar verdi)
Alsahimi, “Eğer bu örtüyü kaldırırsanız Husiler Yemen’in geri kalanını ele geçirmeye devam edecektir” dedi ve ekledi:
“Husiler Yemen için savaşmıyor, ülkeyi yönetmek için kutsal bir savaş verdiklerini ifade ediyorlar… Dolayısıyla her şeyi yok edecek ve muhtemelen bölgeye yayılacak gerçek bir savaş olacak ve bu çatışmanın kazananı olmayacak.”
HUSİLER KİMDİR?
1990’ların başında Yemen’in kuzeyinde ortaya çıkan kültürel bir hareket, bugün küresel deniz ticaretini tehdit eden bir güce dönüştü. Husiler bir yanda düzenlediği saldırılarla İsrail’i tedirgin ediyor, diğer yandan Kızıldeniz’deki operasyonlarıyla da dünya ekonomisini etkiliyor. Husiler ile İsrail arasındaki çatışma neye evrilecek? İsrail için Gazze ve Lübnan’daki sonuçlar Yemen’de tekrarlanabilir mi? Ya da her şeyden önce şunu soralım; Husiler kimdir?
Yemen’in kuzeyinden “küresel tehdide”: Husiler kimdir?
1990’ların başında Yemen’in kuzeyindeki Saada bölgesinde ortaya çıkan Husi hareketi, bugün küresel deniz ticaretini tehdit eden, İsrail’e füzeler fırlatan ve bölgesel dengeleri sarsan bir güce dönüşmüş durumda. Bu dönüşümü anlamak için öncelikle hareketin kökenlerine, inanç yapısına ve geçirdiği evrelere bakmak gerekiyor.
Hareket ismini, 2004 yılında Yemen güvenlik güçleri tarafından öldürülen kurucusu Hüseyin el-Husi’den alıyor. Ancak Husilerin hikâyesi bundan çok daha önce, “İnanan Gençlik” (Believing Youth) adlı bir organizasyonun kurulmasıyla başladı. 1992’de kurulan bu organizasyon, başlangıçta Zeydi Şii değerlerini canlandırmayı amaçlayan kültürel bir hareketti. 1994-95 yılları arasında 20 bine yakın öğrenci, hareketin yaz kamplarına katılım gösterdi. Bu kamplarda Lübnanlı Şii alim Muhammed Hüseyin Fadlallah ve Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın dersleri okunuyordu.
Husilerin inanç yapısını anlamak, hareketin motivasyonlarını kavramak açısından kritik önem taşıyor.
Husiler, Yemen nüfusunun yaklaşık yüzde 35’ini oluşturan Zeydi Şiilerin bir parçası. Ancak Zeydi Şiilik, İran’daki On İki İmam Şiiliğinden önemli farklılıklar gösteriyor. Zeydiler, İmam Zeyd’i beşinci imam olarak kabul ederken, On İki İmam Şiileri Muhammed el-Bakır’ı beşinci imam olarak görüyor. Dahası, Zeydiler daha sonraki imamları tanımıyor ve imam olmanın Hz. Ali’nin soyundan gelen herkes için mümkün olduğuna inanıyor.
Hareketin sloganı “Allah En Büyüktür, Amerika’ya Ölüm, İsrail’e Ölüm, Yahudilere Lanet, İslam’a Zafer” şeklinde.
Bu slogan kısmen İran’ın devrim sonrası sloganından esinlenmiş. Ancak Husi yetkilileri, özellikle hareketin medya yüzü Ali el-Bukhayti, sloganın literal yorumlanmaması gerektiğini, hedefin bu ülkelerin hükümetleri olduğunu vurguluyor.
Husiler kimdir? Kaç kişiler?
2005’te bin ila 3 bin arasında savaşçısı bulunan Husiler, 2009’a gelindiğinde 10 bin militana ulaştı. 2010’a gelindiğinde Yemen Post, hareketin 100 binden fazla savaşçısı olduğunu iddia ediyordu.
Husi uzmanı Ahmed Al-Bahri’ye göre 2010 itibarıyla hareketin toplam 100-120 bin kadrosu bulunuyordu. Bu sayı hem silahlı savaşçıları hem de her an mobilize edilebilecek sivil unsurları kapsıyor. Bugün bu sayının çok daha fazla olduğu düşünülüyor.
Husiler başlangıçta ciddiye alınmayan bir gruptu. Ancak 2010’ların başındaki Arap Baharı’nın yarattığı etkiden yararlanarak pozisyonlarını güçlendirdiler. 2014 yılı sonunda Yemen’in başkenti Sanaa’yı ele geçirdiler. 2015 Şubat’ında ise ülke üzerinde kontrol ilan ettiler. Bu güç değişimi, İran’ın etkisi ve Lübnan’daki Hizbullah’ın yardımıyla desteklendi.emen abone o
Hareketin ideolojisi karma bir yapı sergiliyor. Husilerin ideolojisi hem dindar hem Yemen milliyetçisi hem de geniş kapsamlı popülist unsurlar barındırıyor. Gözlemciler, Husilerin siyasi görüşlerinin genellikle belirsiz ve çelişkili olduğunu ve sloganlarının çoğunun amaçlarını doğru yansıtmadığını savunuyor. Araştırmacı Bernard Haykel’e göre, hareketin kurucusu Hüseyin el-Husi çeşitli dini geleneklerden ve siyasi ideolojilerden etkilendi. Bu da onu veya takipçilerini mevcut kategorilere yerleştirmeyi zorlaştırıyor.
Husiler kendilerini ulusal direniş olarak tanımlıyor. Tüm Yemenlileri dış saldırganlık ve etkilerden korumak, yolsuzluk, kaos ve aşırılıkla mücadele etmek, marjinalleştirilmiş kabile gruplarının ve Zeydi mezhebinin çıkarlarını temsil etmek iddiasındalar. Hareket, yolsuzlukla mücadeleyi ve hükümet sübvansiyonlarının azaltılmasını da siyasi programının merkezine koymuş durumda.
Husilerin Yemen’deki yükselişi ve bölgesel bir aktöre dönüşümü, sadece askeri başarılarıyla değil, aynı zamanda etkili bir propaganda makinesiyle de desteklendi. Lübnan Hizbullah’ının teknik desteğiyle “muazzam ve iyi çalışan bir propaganda makinesi” kurdular. Grubun liderinin televizyon konuşmalarının format ve içeriği, Hizbullah’ın öldürülen Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ın konuşmalarını model alıyor.
Husilerin askeri kapasitesi ve savaş yöntemleri
Husilerin askeri kapasitesi, başlangıçtaki basit gerilla taktiklerinden daha sofistike bir savaş aygıtına evrildi. 2009’da dahi ABD Büyükelçiliği kaynakları, Husilerin hükümetle olan çatışmalarında giderek daha karmaşık taktik ve stratejiler kullandıklarını ve dini bir coşkuyla savaştıklarını rapor ediyordu. Bugün ise hareket, balistik füzelerden insansız hava araçlarına, deniz mayınlarından uzun menzilli roketlere kadar geniş bir askeri envantere sahip.
Son bir yıl içinde Husiler İsrail’e 200’den fazla balistik füze ve 170’ten fazla drone fırlattı. Bu saldırıların çoğu İsrail’in çok katmanlı hava savunma sistemi veya Kızıldeniz’deki ABD savaş gemileri tarafından engellenmiş olsa da, Husilerin askeri kapasitesinin gelişmişlik düzeyini göstermesi açısından önemli. Özellikle 2023 sonundan itibaren İsrail’e yönelik neredeyse günlük olarak balistik füze ve intihar dronu saldırıları düzenliyorlar.
Husilerin deniz gücü
Deniz savaş kabiliyetleri özellikle dikkat çekici bir gelişim gösterdi. Yemen iç savaşı sırasında, Husiler deniz kuvvetlerini geliştirmek için yeni taktikler benimsedi. İlk başlarda, gemi karşıtı operasyonları roketatar mermilerinin kıyıya yakın gemilere atılmasıyla sınırlıydı. Ancak zamanla, özellikle İran’ın desteğiyle, çok daha geniş bir deniz gücüne dönüştüler.
Husiler, BAE tarafından Yemen Sahil Güvenliği’ne 2010’ların başında bağışlanan 10 metrelik devriye botlarını WBIED‘lere (su üstü patlayıcı düzenekleri) dönüştürdü. 2017’de bunlardan biri Suudi fırkateyni Al Madinah’a saldırmak için kullanıldı. O zamandan beri üç yeni WBIED tasarımı daha geliştirildi: Tawfan-1, Tawfan-2 ve Tawfan-3. Ayrıca Husi yönetimi 15 farklı türde deniz mayını üretti.
İran’ın Husilere 120 km menzilli “Nur” ve 200 km menzilli “Kader” gemi savar füzeleri, 300 km menzilli “Khalij Fars” balistik füzeleri ve Fajr-4CL ile “Al-Bahr Al-Ahmar” gemi karşıtı roketlerinin teslimatı, Husi Deniz Kuvvetleri’nin kabiliyetlerini önemli ölçüde artırdı. Bu silahlar, uzun menzil, düşük maliyet ve yüksek hareket kabiliyetini çeşitli güdüm türleriyle birleştirerek Husi Deniz Kuvvetleri için oldukça uygun bir silah sistemi oluşturuyor.
Askeri kapasitelerinin önemli bir boyutu da istihbarat ve gözetleme yetenekleri. Sahilde yaklaşık 30 kıyı gözetleme istasyonu kurdular, “casus dhow’ları” (geleneksel yelkenli tekneler) inşa ettiler ve demirlemiş gemilerin deniz radarını saldırılar için hedefleme çözümleri oluşturmak üzere kullandılar. En dikkat çekici özelliklerinden biri de patlayıcı taşıyan ve düşman savaş gemilerine çarpan uzaktan kumandalı drone botları oldu.
Husilerin Zuqar ve Bawardi adalarında savaş dalgıçları eğitmeye başlamaları da dikkat çekici bir gelişme. Bu, deniz kuvvetlerinin kapasitesini daha da artırmayı hedeflediklerini gösteriyor.
Coğrafi konumun avantajı var mı?
Husilerin coğrafi konumu da askeri avantajlarından biri. Yemen’in dağlık arazisi, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi, gerilla grupları için hava saldırılarına karşı önemli bir artı. Yıllar içinde hava saldırılarına adapte olmayı öğrendiler. Silah üretimini yeraltına taşıdılar. Bölgedeki limanlara ve dışardan silah sevkiyatlarına erişimleri var.
2015’ten beri Suudi Arabistan’ın liderliğindeki Sünni koalisyon bombardıman saldırıları ve on binlerce kara askerinin konuşlandırılmasıyla başlayan çabası, Husileri başkentten çıkarmayı veya koalisyonun tercih ettiği lideri yeniden göreve getirmeyi başaramadı. Ocak 2024’te, ABD ve İngiltere Husilere karşı Poseidon Archer Operasyonu‘nu başlattı. Ancak Amerikan Girişim Enstitüsü’nden Brian Carter’a göre, “bir dizi yarı reaktif önlem, kesin etkiler elde edemedi veya Husi askeri yeteneklerini anlamlı şekilde azaltamadı.”
Husi milisleri Yemen Silahlı Kuvvetleri’nden düzinelerce tank ve çok sayıda ağır silah ele geçirdi. Fakat silah teknolojileri konusunda da sürekli gelişim gösteriyorlar. 2015’in sonlarında, Al-Masirah TV’de kısa menzilli balistik füze “Qaher-1″in yerel üretimini duyurdular. Mayıs 2017’de Suudi Arabistan, başkenti Riyad’ın güneyindeki ıssız bir bölgeyi hedef alan Husi balistik füzesini engelledi.
Uluslararası denetçiler, Husilerin giderek daha gelişmiş drone teknolojisine erişim kazandığını bildiriyor. BM Yemen Uzmanları Paneli’ne göre, Husiler 2018 ortalarında 932 mile kadar potansiyel menzile sahip ek bir drone elde etti. Bu, Husilerin Riyad, Abu Dabi ve Dubai gibi hedeflere vurma kabiliyetine sahip olduklarına dair iddialara inandırıcılık kazandırıyor. Panel ayrıca “intihar veya kamikaze dronları”nın yaygın kullanımını vurguladı – hedeflerine çarpan patlayıcılarla donatılmış dronlar.
Husiler: Kim, kiminle ittifak?
Husilerin bölgesel ve uluslararası ilişkileri, Yemen iç savaşının çok ötesine geçen karmaşık bir ağ oluşturuyor. Bu ağın merkezinde İran ile olan ilişkileri yer alıyor, ancak son dönemde Kuzey Kore ve Rusya gibi aktörlerle de bağlantılar kurulduğu görülüyor. Özellikle İran ile olan ilişkinin niteliği, basit bir vekalet ilişkisinin ötesinde bir karakter taşıyor.
İran’ın Husilere desteği 2011’de, grubun Yemen’in Suudi yanlısı Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’i deviren devrime öncülük etmesiyle belirgin şekilde arttı. Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan -Tahran’ın bölgesel rakipleri- 2015’te Husilere karşı askeri operasyon başlattığında, İran gruba gelişmiş drone’lar ve füzeler göndermeye başladı.
İran’ın desteğinin boyutu konusunda somut veriler mevcut. 2024 Şubat’ta, ABD Merkez Komutanlığı, İran’dan Husilere giden bir gemide “orta menzilli balistik füze bileşenleri, patlayıcılar, insansız sualtı/yüzey araç parçaları, askeri sınıf iletişim ve ağ ekipmanı, tanksavar güdümlü füze fırlatıcı tertibatları ve diğer askeri bileşenler” ele geçirildiğini duyurdu.
İran, Rusya, Kuzey Kore…
Ancak Husiler bilinenin aksine İran’ın kuklası değil. Para için İran’a bağımlı değiller, bunun yerine vergiler ve kaçakçılık ağlarından kaynak sağlıyorlar. Ayrıca İran’dakinden farklı bir Şii İslam yorumunu uyguluyorlar. Kararlarını İran ve Devrim Muhafızları’ndan bağımsız olarak alıyorlar. Örneğin, İran 2014’te Husilerin başkent Sana’yı ele geçirmemesini tavsiye etti, ancak grup bu tavsiyeyi dikkate almadı.
Kuzey Kore faktörü de son dönemde öne çıkıyor. Ağustos 2019’da, Güney Kore Ulusal İstihbarat Servisi, Suudi Arabistan’a saldırmak için kullanılan Scud füzelerinin izini Kuzey Kore’ye kadar sürdü. 2024 Ocak’ta, Güney Kore’nin Yonhap Haber Ajansı, İsrail’e fırlatılan füzelerde bulunan Hangul yazılarını kanıt göstererek, Kuzey Kore’nin İran üzerinden Husilere silah gönderdiğini bildirdi. Kuzey Kore, Husileri bir “direniş gücü” olarak görüyor.
Husilerin Rusya ile ilişkiler de derinleşti. Temmuz 2024’te Newsweek, Husilerin Rus yapımı P-800 Oniks füzelerine sahip olduğunu ve transferin muhtemelen Suriye ve İran üzerinden gerçekleştiğini bildirdi. The Wall Street Journal’a göre, ABD yetkilileri Rusya’nın Ukrayna’ya verilen ABD desteğine misilleme olarak Husileri gelişmiş gemi savar füzeleriyle silahlandırdığına dair artan işaretler görüyor. Rusya’nın askeri istihbarat birimi olan GRU’nun Husilerin kontrolündeki Yemen bölgelerinde konuşlandığı ve ticaret gemilerine yönelik saldırılara yardımcı olduğu iddiaları medyada yer alıyor.
“Direniş Ekseni’nin son unsuru”
Son dönemde Husiler, İran’ın “direniş ekseni” stratejisinin neredeyse tek aktif unsuru olarak kaldı. The Soufan Center’dan Kıdemli Araştırmacı Kenneth Katzman’a göre, “Hizbullah’ın geri çekilmesi ve Esad’ın devrilmesinden sonra İran ile ilişki daha da yakınlaşacak.”
Ancak bölgedeki yeni durum, Husilerin daha bağımsız ve iddialı bir hareket haline gelmesine de yol açabilir. Alman Uluslararası ve Güvenlik İşleri Enstitüsü’nden Wolf-Christian Paes’e göre, “Yarın Tahran’da bir rejim değişikliği olsa veya Tahran hükümeti Husileri durdurmaya karar verse bile, bu Husilerin durmasını gerektirmez.”
Husilerin askeri kapasitesinin gelişimi, İran Devrim Muhafızları’nın (IRGC) doğrudan katılımıyla gerçekleşti. 2017’de, İran’ın Kudüs Gücü’nün başı Kasım Süleymani, Husileri “güçlendirmenin” yollarını aramak için IRGC ile görüştü. Suudi öncülüğündeki koalisyonun sözcüsü Tuğgeneral Ahmad Asiri, Reuters’a Husilerin daha önce Yemen ordusunda veya Husilerde hiç kullanılmamış olan Kornet tanksavar güdümlü füzelerini kullanmasının İran desteğinin kanıtı olduğunu söyledi.
Bu karmaşık ittifaklar ağı, Husilerin sadece Yemen’deki bir iç savaş aktörü değil, aynı zamanda bölgesel ve küresel dengeleri etkileyebilen bir güç olduğunu gösteriyor. Bu durum, grubun gelecekteki rolünü ve olası çatışmaların boyutunu anlamak açısından kritik önem taşıyor.
İsrail’in Husi stratejisi: Yakın dönem analizi
İsrail’in Husilere yönelik stratejisi, özellikle 7 Ekim 2023 Hamas saldırısından sonra önemli bir değişim geçirdi. Başlangıçta sınırlı karşılık vermeyi tercih eden İsrail, Husilerin artan saldırıları karşısında daha agresif bir tutum benimsemeye başladı. İsrail bu süreçte üç önemli hava saldırısı düzenledi ve stratejik yaklaşımında önemli değişiklikler yaptı.
İsrail’in askeri yanıtının kronolojisi şöyle gelişti: 19 Temmuz 2024’te Husilerin İran yapımı bir Samad-3 dronu Tel Aviv’de bir apartman binasına çarptı ve bir İsrailli’nin ölümüne neden oldu. İsrail, ertesi gün Yemen’deki El-Hudeyde Limanı yakınlarındaki “Husi terör rejiminin askeri hedeflerine” saldırdı. Onlarca İsrail uçağı, yakıt depolarını, enerji altyapısını ve limandaki vinçleri hedef aldı.
29 Eylül 2024’te, Husilerin orta İsrail’e balistik füzeler fırlatmasına yanıt olarak, İsrail savaş uçakları Husi kontrolündeki Yemen’deki petrol rezervlerini, elektrik santrallerini ve limanları vurdu. Bu, İsrail’in son aylarda Husilere karşı düzenlediği ikinci hava saldırısıydı.
18 Aralık’ta, İsrail’in merkezi bölgesindeki Ramat Gan’da bir okul, Husiler tarafından fırlatılan bir balistik füzenin parçalarıyla vuruldu. Bu olay sonrasında İsrail ordusu (IDF), önceden planlanmış bir harekât ile Yemen’deki Husi kontrolündeki askeri hedefleri, limanları ve elektrik santrallerini vurdu.
Önce Husiler mi? İran mı?
Bu saldırılar süresince İsrail siyasetinde stratejik bir tartışma başladı. Mossad başkanı David Barnea, Husi tehdidiyle mücadelede farklı bir yaklaşım öneriyor. Barnea’ya göre, doğrudan Husileri hedef almak yerine, İran’a odaklanmak daha etkili olabilir. Bu görüş, Başbakan Benjamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Israel Katz’ın Husilere doğrudan saldırıları tercih eden yaklaşımıyla çelişiyor.
İsrailli yetkililerin açıklamaları, yaklaşan yeni bir stratejik hamleye işaret ediyor. Bir İsrailli yeticili, “Husiler İsrail’e saldırmaya devam ettikçe büyük bir hata yapıyorlar” açıklamasını yaptı. Yetkili “Bugün, Lübnan’da ateşkes var ve Gazze’de çatışmalar daha az yoğun. Şimdi dikkatimizi ve kaynaklarımızı Yemen cephesine, Husi cephesine kaydırma fırsatımız var” dedi.
İsrail Savunma Bakanı Israel Katz da Husi liderlerini hedef almaya başlayacaklarını duyurdu. Netanyahu ise İsrail’in Husilere karşı, İran’ın diğer “terörist kollarına” karşı kullandığı güçle hareket edeceği uyarısında bulundu.
İsrail’i Yemen’de bekleyen zorluklar neler?
Ancak İsrail’in karşılaştığı zorluklar var. Husilerin Yemen’deki dağlık arazi avantajı, hava saldırılarının etkinliğini sınırlıyor. Ayrıca, Husilerin silah üretimini yeraltına taşımış olmaları ve hâlâ limanlara ve dış silah sevkiyatlarına erişimlerinin devam etmesi, salt hava saldırılarıyla etkili sonuç almayı zorlaştırıyor.
İsrail’in stratejisindeki bir diğer önemli boyut, uluslararası işbirliği. ABD ve İngiltere öncülüğündeki Poseidon Archer Operasyonu ile koordinasyon içinde hareket eden İsrail, bölgesel müttefikleriyle de işbirliğini güçlendirmeye çalışıyor. Özellikle Suudi Arabistan’ın Yemen’deki deneyimi, İsrail için önemli dersler içeriyor.
İsrail’in önündeki en büyük zorluklardan biri, Husilerin artan teknolojik kapasitesi. Grup, son bir yılda İsrail’e 200’den fazla balistik füze ve 170’ten fazla saldırı dronu fırlattı. Bu saldırıların çoğu engellenmiş olsa da, Husilerin sürekli gelişen askeri kapasitesi İsrail için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Ramat Gan’daki okul saldırısı, İsrail’in hava savunma sistemlerinin bile tam koruma sağlayamayabileceğini gösterdi. Bu durum, İsrail’i daha kapsamlı bir strateji geliştirmeye zorluyor. İsrail hükümeti reaktif önlemler yerine, daha proaktif davranarak Husilerin askeri kapasitesini ciddi şekilde zayıflatacak uzun vadeli bir plan arayışında.
Olası senaryolar: Geçmiş veriler ne söylüyor?
Husilere karşı yürütülen askeri operasyonların tarihsel verileri, gelecek senaryolar açısından önemli dersler sunuyor. Özellikle Suudi Arabistan’ın 2015’ten bu yana sürdürdüğü hava saldırılarının sonuçları, benzer stratejilerin etkinliği konusunda ciddi soru işaretleri oluşturuyor.
Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon, 2015’te başlattığı hava saldırıları ve on binlerce kara askerinin konuşlandırılmasına rağmen iki temel hedefine ulaşamadı: Husileri başkentten çıkarmak ve uluslararası tanınmış hükümeti yeniden göreve getirmek. Bu başarısızlık, salt hava gücüne dayalı stratejilerin sınırlarını gösteriyor.
İsrail’in Gazze ve Lübnan’da elde ettiği sonucun Yemen’e uyarlanabilirliği tartışmalı. Yemen’in coğrafi koşulları, Gazze veya Lübnan’dan çok farklı. Dağlık arazi, hava saldırılarına karşı doğal bir koruma sağlıyor ve kara operasyonlarını son derece zorlaştırıyor. Ayrıca mesafe faktörü de İsrail için önemli bir dezavantaj oluşturuyor – Yemen, İsrail’den yaklaşık bin 800 kilometre uzaklıkta.
Amerikan Girişim Enstitüsü’nden Brian Carter’ın değerlendirmesine göre, şu ana kadar uygulanan “önlemler, kesin etkiler elde edemedi veya Husi askeri yeteneklerini anlamlı şekilde azaltamadı.” Carter’a göre, Husiler caydırılmış değil ve ABD savunma sistemlerinin nasıl çalıştığı hakkında önemli bilgiler topladılar.
Husiler denizden ablukaya alınabilir mi?
Deniz ablukası ve ekonomik yaptırımların potansiyel etkileri üzerine yapılan analizler, bu araçların sınırlı etki yaratabileceğini gösteriyor. Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nden Wolf-Christian Paes’e göre, “Yemen’e ulaşmayan her füze savunulması gerekmeyen bir füzedir. Balistik bir füzeyi bir dhow’da kaçırmak kolay değil.” Ancak Husiler, silah üretimini yeraltına taşımış durumda ve hala limanlara ve silah sevkiyatlarına erişimleri devam ediyor.
Yeni bir bölgesel koalisyon ihtimali de masada. İsrail’in tek başına Husileri etkisiz hale getirmesi zor görünüyor. Suudi Arabistan ve bölgedeki diğer aktörlerle koordineli bir çaba daha etkili olabilir. Bu hafta, Suudi Arabistan ve yerel müttefikleri iki eyalette Husi güçlerine karşı saldırılar başlattı.
Husilere karşı olası mücadele stratejileri neler?
The Soufan Center uzmanlarına göre, Husiler üzerinde etkili olabilecek stratejiler şunları içermeli:
- Husi kontrolündeki bankaların uluslararası SWIFT sisteminden çıkarılması
- Yemen hükümet güçlerine desteğin artırılması
- Başkentten ve limanlardan Husileri geri püskürtmek için güvenilir bir kara tehdidi oluşturulması
- Yüksek tempolu bir bombardıman kampanyası
- Husi liderliğinin hedef alınması
- İran’dan gelen silah akışının kesilmesi için etkili bir deniz ablukası
Ancak tüm bu senaryoların başarı şansı belirsiz. Tel Aviv Üniversitesi’ndeki Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü’nden Danny Citrinowicz‘e göre, “Gazze’deki savaş yarın bitse bile, cin şişeden çıktı. Yarın Suudilere saldıracaklar, ertesi gün Batı Şeria’da olan bir şey yüzünden tekrar İsrail’e saldıracaklar. Husiler bunu tekrar tekrar yapacak.”
Mevcut veriler, Husilerin savaş kapasitesinin hafife alınmaması gerektiğini gösteriyor. Güçlü düşmanlara karşı dirençli olduklarını kanıtladılar. Yemen’in dağlık arazisi, tıpkı Afganistan’da olduğu gibi, gerilla grupları için en önemli silah.
Ayrıca Husiler için sürekli çatışma hali, iç uyumu güçlendiren bir faktör. Uluslararası İlişkiler Uzmanı Paes’e göre, “Savaş halinde olduğunuzda insanlar hizmet sunumu ve ekonomi hakkında çok soru sormuyor.” Ekim ayında yapılan bir ankette, Husi kontrolündeki bölgelerde yaşayanların sadece yüzde 8’i grubu olumlu görürken, yüzde 35’i Kızıldeniz’deki saldırıları onaylıyor. Dolayısıyla kötü bir yönetim inşa etmiş olsalarda bölgedeki savaşlar Husilerin iç kamuoyundaki onayını arttırıyor.
Bu veriler ışığında, kısa vadede Husilere karşı kesin bir zafer elde edilmesi zor görünüyor. Daha olası senaryo, uzun süreli bir yıpratma savaşı ve ekonomik baskı stratejisinin kombinasyonu olabilir. Ancak bu durumda bile başarı garantisi yok.
Uzun soluklu bir çatışmaya doğru mu?
Husilerin son bir yıldaki faaliyetleri ve İsrail’in buna verdiği yanıtlar, bölgede yeni bir uzun vadeli çatışmanın başlangıcına işaret ediyor. Eldeki veriler, bu çatışmanın kolay ve hızlı bir çözüme kavuşmayacağını gösteriyor.
Mevcut durumda üç olası senaryo öne çıkıyor:
Birincisi, İsrail’in tek başına Husilere karşı kapsamlı bir askeri kampanya başlatması. Ancak mesafe faktörü, Yemen’in coğrafi koşulları ve Husilerin adaptasyon kabiliyeti düşünüldüğünde, bu senaryo başarı şansı en düşük olanı.
İkincisi, ABD, İngiltere ve bölge ülkelerinin katılımıyla geniş bir koalisyon oluşturulması. Bu senaryo, Husilerin askeri kapasitesini ciddi şekilde zayıflatabilir ancak grubun tamamen etkisiz hale getirilmesi yine de zor görünüyor.
Üçüncüsü, İran’a odaklanan dolaylı bir strateji. Mossad Başkanı Barnea’nın savunduğu bu yaklaşım, sorunun kaynağına inmeyi hedefliyor ancak bölgesel tansiyonu tehlikeli biçimde yükseltme riski taşıyor.
Bu senaryoların hiçbiri kısa vadeli bir çözüm vaat etmiyor. Aksine, veriler uzun soluklu bir çatışmanın başlangıcında olduğumuzu gösteriyor olabilir. Husilerin hükümet popülaritesi düşük olsa bile, saldırıları geniş kitlelerce destekleniyor. Bu durum, grubun varlığını sürdürme ve eylemlerini meşrulaştırma kapasitesine sahip olduğunu gösteriyor.
Gelecek dönemde çatışmanın şiddetlenmesi beklenebilir. İsrail’in Gazze’deki operasyonunun yoğunluğunun azalması ve Hizbullah ile varılan ateşkes, İsrail’e Husilere odaklanma imkanı veriyor. Ancak Yemen’deki durum, Gazze veya Lübnan’dakinden çok daha karmaşık.
Sonuç olarak, Husi tehdidi İsrail için yeni ve zorlu bir stratejik meydan okumaya dönüşebilir. Bu meydan okumanın üstesinden gelmek, klasik askeri yöntemlerin ötesinde, ekonomik, diplomatik ve istihbâri araçların koordineli kullanımını gerektirecek gibi görünüyor. Önümüzdeki dönem, bölgesel dengeleri bir kez daha etkileyebilecek yeni bir çatışma döneminin başlangıcı olabilir.
Mike Waltz-ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı +Bu saldırılar eski ABD Başkanı Joe Biden döneminden farklı. +Buradaki fark, ilk olarak Husi liderliğinin peşine düşmek ve ikinci olarak İran’ı sorumlu tutmak. +Sadece ABD savaş gemilerini değil küresel ticareti de hedef alan ve Husilerin dünyanın en stratejik iki deniz yolunu kapatmasına yardım eden İran’dır. +İran nükleer silahlarını ya teslim eder ve doğrulanabilir bir şekilde vazgeçerler ya da bir dizi ciddi sonuçla karşı karşıya kalabilirler. +Tüm seçenekler masada. Pete Hegseth-ABD Savunma Bakanı +Husilere karşı bakış açımız net. +Husiler, ‘gemilerinize ve insansız hava araçlarınıza saldırmayı bırakacağız’ dedikleri anda bu saldırılar sona erecek ama o zamana kadar amansız bir şekilde devam edecek. +İran çok uzun zamandır Husilere olanak sağlıyor. Artık geri çekilseler iyi olur. Marco Rubio-ABD Dışişleri Bakanı +Husiler son 18 ayda ABD donanmasına 174 kez, ticari gemilere ise 145 kez saldırı düzenledi. +Onlara Kızıldeniz’den hangi gemilerin geçip hangilerinin geçmeyeceğini kontrol etmesine izin vermeyeceğiz. +Bu adamları ve onların küresel deniz taşımacılığını vurma kabiliyetlerini defederek tüm dünyaya iyilik yapıyoruz. Abbas Erakçi- İran Dışişleri Bakanı +ABD hükümetinin İran dış politikasını dikte etme yetkisi veya görevi yoktur. O dönem 1979’da sona erdi. +İsrail soykırımına ve terörizmine desteği sonlandırın. Yemen halkını öldürmekten vazgeçin. Abdulmelik el-Husi-Husilerin Lideri +Saldırılara devam ettikleri sürece deniz seferlerindeki engellemeler ABD’yi de kapsayacak. +Bize yaptıkları saldırılar askeri güçlerimizi daha da fazla geliştirmeye katkı sağlıyor. Askeri yeteneklerimizi baltalayamayacaklar. +Denizcilikte kimin tehlike oluşturduğunu bilmek devletlerin görevi. |
TRUMP YEMEN’E SALDIRIYI BÖYLE İZLEDİ
Beyaz Saray ABD başkanı Donald Trump’ın Husilere düzenlenen saldırıyı izlediği anların görüntülerini paylaştı. Beyaz Saray’ın resmi X hesabından yapılan paylaşımda “Başkan Trump, terör tehditlerini caydırmak için Husilere karşı harekete geçiyor. Amerikan ekonomisi çok uzun süredir Husilerin saldırısı altındaydı. Bu başkanlık döneminde değil.” ifadeleri yer aldı. Görüntülerde Trump’ın üzerinde kendi ismi yazan kırmızı şapkası ve beyaz tişörtü ile büyük bir ekrandan gelişmeleri takip ettiği görüldü. https://x.com/whitehouse/status/1901035819613262021?s=46&t=llxZueCiBxKyf5f9MDX6Ug BEYAZ SARAY “BAŞKOMUTAN” YAZILI PAYLAŞIMI https://x.com/WhiteHouse/status/1901036044750872920 |
WALL – HUSİLER KİMDİR?
+Yemen’de, Şiiliğin Sünniliğe en yakın kolu sayılan ve bir zamanlar Yemen’i yöneten Zeydi mezhebine mensup kesim içinde şekillenmeye başladı +Siyasi bir hareket olarak 1992’de Hüseyin Bedreddin el-Husi tarafından Mümin Gençler Hareketi adıyla kuruldu +2004’te Ensarullah Cemaati adıyla siyasi ve silahlı bir harekete dönüştü +Hüseyin Bedreddin el-Husi’nin 2004’te Yemen ordusu tarafından öldürülmesinden bu yana kardeşi Abdülmelik el-Husi yönetiyor +İran tarafından destekleniyor +Husiler, Eylül 2014’ten bu yana başkent Sana ve bazı bölgelerin denetimini elinde bulunduruyor +Kızıldeniz kıyıları da kontrolleri altında. +Yemenlilerin büyük bir bölümü Husilerin yönetimi altında yaşıyor. Husiler vergi toplayıp para da basıyor. +Husiler, İsrail’in Gazze’deki saldırılarına tepki gerekçesiyle 31 Ekim’den bu yana Yemen açıklarında İsrail bağlantılı gemilere saldırılar düzenliyor |
30-40 BİN AKTİF SAVAŞÇI 450 BİN SİVİL DESTEKÇİ ÖNEMLİ SİLAHLARI TYPHOON BALİSTİK FÜZESİ 1.600 – 1.900 KM MENZİLLİ SHAHED-I36 İHA 2.000 KM MENZİLLİ SAMAD-3 İHA 18 KG PATLAYICI TAŞIYOR +AĞIR SİLAHLAR |
HAMAS’TAN ABD VE İNGİLTERE’NİN YEMEN’E SALDIRISINA KINAMA
Hamas, ABD ve İngiltere’nin Sana’ya saldırısına ilişkin Telegram hesabından yazılı açıklama yaptı. Hamas’tan yapılan yazılı açıklamada, “Yemen’in başkenti Sana’da bir yerleşim bölgesini hedef alan ABD-İngiliz hava saldırısını en güçlü şekilde kınıyoruz. Bunu uluslararası hukukun açık bir ihlali ve kardeş Yemen’in egemenliğine ve istikrarına bir saldırı olarak görüyoruz.” ifadesi kullanıldı. Açıklamada, Hamas’ın Yemen ve Yemen halkıyla tam dayanışma içinde olduğu vurgulanarak, Yemen’in İsrail’in “soykırım” savaşına maruz kalan Filistin halkına verdiği destek takdir edildi. İslami Cihad Hareketi’nden yapılan yazılı açıklamada da ABD ile İngiltere’nin Yemen’e düzenlediği saldırının, Filistin halkı başta olmak üzere Suriye ve Lübnan’a saldırı düzenleyen İsrail’e destek amacı taşıdığı belirtildi. Açıklamada, saldırılar kınanarak, “Bu alçak saldırı, siyonist rejimi (İsrail) koruma ve işgal devletinin vahşi suçlarına karşı Filistin halkımızla birlikte duran herkese saldırma bağlamında gerçekleşiyor.” değerlendirmesinde bulunuldu. |
ABD MEDYASI: SALDIRILAR BİRKAÇ HAFTA SÜREBİLİR
ABD medyasına göre, Yemen’deki Husilere başlatılan saldırı Trump’ın İran hükümetiyle nükleer anlaşma arayışında olduğu bir dönemde İran’a güçlü bir mesaj veriyor. New York Times gazetesine konuşan yetkililer Trump’ın ikinci dönemindeki ilk askeri eylemin aynı zamanda İran’a bir uyarı sinyali göndermeyi amaçladığını iddia ediyor. BİRKAÇ HAFTA SÜREBİLİR, SALDIRILAR YOĞUNLAŞABİLİR Yetkililere göre, büyük kısmı yerin derinliklerine gömülmüş olan Husi cephaneliğine yönelik hava saldırıları birkaç hafta sürebilir ve karşı taraftan gelecek tepkiye göre saldırılar yoğunlaşabilir. BAZI YETKİLİLER DAHA AGRESİF BİR SALDIRI İSTİYOR ANCAK TRUMP ONAYLAMADI NYT’ye göre, bazı ABD’li yetkililer Husilerin ülkenin kuzeyinin büyük bölümünün kontrolünü kaybetmesine yol açabilecek daha da agresif bir saldırı istiyor ancak seçim kampanyasında ülkesini Orta Doğu’daki çatışmalardan uzak tutacağına dair söz veren ABD başkanı Trump bu stratejiyi henüz onaylamadı. |
Donald Trump – ABD Başkanı +Husi teröristlere verilen destek derhal sona erdirilmelidir. ABD halkını ve başkanını tehdit etmeyin, bunu yaparsanız dikkatli olun çünkü Amerika sizi tamamen sorumlu tutacaktır ve bu konuda hiç de nazik olmayacağız. İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi +ABD hükümetinin İran dış politikasını dikte etme yetkisi veya görevi yoktur. O dönem 1979’da sona erdi. İsrail soykırımına ve terörizmine desteği sonlandırın. Yemen halkını öldürmekten vazgeçin. İran Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami +İran savaş başlatmayacak, ancak biri tehdit ederse uygun, kararlı ve yıkıcı bir yanıt verecektir. |
2A-ABD GERİLİMİ SONRASI İRAN’DA NELER OLUYOR?
ABD’de ikinci Trump döneminin başlamasıyla birlikte ABD-İran ilişkilerinde beklenen gerginlikler de tırmanmaya başladı. Her ne kadar İran yönetimi, Trump ve ekibine gerekçe sağlamamak adına hem kullandıkları dile dikkat etse hem de bölgesel ortaklarının ABD askeri unsurlarına karşı pozisyonlarında kısıtlamaya gitse de Beyaz Saray’ın İran’a karşı sert eylem ve söylemlerini frenleyemedi.
4 Şubat’ta Trump yönetimi, İran’a karşı “maksimum baskı” siyasetini yeniden yürürlüğe koydu. Buna göre İran’ın nükleer silah elde etmesi kesinlikle engellenmek isteniyor; İran’ın bölgesel siyaseti, balistik füze programı gibi alanlarda da önünün kesilmesi hedefleniyordu. Bu gelişme üzerine İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney, ABD ile müzakereleri yasakladığını açıkladı. Daha önce de müzakerelerin başarısız olduğunu vurgulayan Hamaney, ABD ile müzakerelerin “onurlu ve akıllıca olmadığını” söyledi. Hamaney’in konuşması sonrası İran riyali, ABD doları karşısında tarihi dibi gördü. Zira İran ekonomisinin rehabilite edilebilmesi için beklentiler farklı yöndeydi.
Cumhurbaşkanı koltuğuna oturduğunda, Pezeşkiyan’dan seçmenlerin beklediği, ABD ile müzakere dosyasını yeniden açması ve İran üzerindeki yaptırımların kaldırılmasını sağlayacak adımlar atmasıydı. Pezeşkiyan dış politika ekibini de buna göre oluşturmuştu. Hamaney’in sözleri sonrası Pezeşkiyan’ın siyasi kariyeri de sorgulanmaya başlandı. Birkaç gün sonra açıklama yapan İran Cumhurbaşkanı, verdiği sözlerin farkında olduğunu ve bu sözleri tutmak için gayret edeceğini söyleyerek müzakere kapısının kapanmadığına işaret etti. Ancak Pezeşkiyan ve ekibi, her fırsatta ABD’nin artan baskısı altında yapılacak müzakerelerin istenen sonucu vermeyeceğini de ifade ettiler.
İran’a Karşı ABD ve İsrail
Buna karşılık Trump, İsrail Başbakanı Netanyahu’yu da yanına alarak İran’a karşı nükleer tesislerin vurulması da dahil tehditlerini sürdürüyor. Geçtiğimiz haftalarda Beyaz Saray’da Trump’ı ziyaret eden Netanyahu, ABD’nin de desteğiyle İran’a karşı başlamış oldukları “işi bitireceklerini” söyledi. Peki Trump’ın İran’ı bu kadar sıkıştırması ne anlama geliyor? Bütün bu tehditlerin yanına iliştirdiği “anlaşma” ve “müzakere” gibi söylemlerin hükmü nedir?
Aslında Trump’ın İran ile anlaşma kotarması için İran’ın güç seviyesi oldukça müsait. İran hem 7 Ekim sonrası İsrail ile çatışma sürecinde hem de Suriye’yi kaybederek oldukça zayıf bir pozisyona sürüklendi. İran’dan taviz koparmak için bundan daha uygun bir fırsat bulamaz Trump yönetimi. Bu noktada İsrail’in ayartmaları ancak müzakere masasında el yükseltmenin bir aracı olabilir. Aksi takdirde gerçekten İran ile İsrail üzerinden bir sıcak çatışmaya angaje olmak, İran’ın hala ABD ve İsrail için büyük zarar üretme kapasitesini göz ardı etmek anlamına gelecektir.
İran’ın doğrudan ABD ve İsrail’e zarar verebileceği gibi, Trump’ın Ortadoğu’daki geniş bölgesel hesaplarını sekteye uğratacak bir potansiyeli de var. “Gazze Rivierası” planı gibi “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” türünden çıkışlar, Körfez ülkelerinin sırtına ağır bir yük yükleyerek İran’ı da mecburen Filistinli silahlı gruplar üzerindeki etkisi dikkate alındığında denkleme katmak anlamına geliyor. Katar Emiri’nin çarşamba günü gerçekleşen Tahran ziyaretinde bu konunun da ele alındığı anlaşılıyor.
Ancak bütün bu denklemden farklı olarak, İsrail’e giden ABD Dışişleri Bakanı Marko Rubio, Netanyahu ile birlikte yaptığı açıklamada “İran rejimini” sorunsallaştırdı. Trump’ın ve Vance’in yaklaşımından farklı olarak Rubio’nun “rejim değişikliğini” işaret etmesi, İran’a karşı başka bir oyunun kurgulanması anlamına geliyor. Ancak Rubio’nun sözlerinin ABD içinde alıcı bulması ve uygulamaya konması zor bir ihtimal. Elbette bu seçeneğin özellikle Netanyahu’nun yıllardır arzuladığı, İsrail için ideal bir seçenek olduğu su götürmez. Uygulanması için çalışılmasa bile bu türden söylemlerin tansiyon yükseltici karakterini hafife almamak gerekiyor. Zira İran’daki Pezeşkiyan karşıtı çevreler için ABD’li yetkililerin bu türden açıklamaları, müzakerelere karşı çıkmak adına güçlü bir gerekçe sağlıyor.
Ancak yukarıda ifade ettiğim gibi böyle bir planın uygulanma imkanı düşük. Hatta Trump’ın maksimum baskı siyasetini de sınırlandıracak faktörler devrede. Suudi Arabistan ile İran arasında devam eden normalleşme de bunlardan biri. Trump’ın İran’a karşı Suudi desteğini kolay kolay yanına alamayacağı belli. Diğer taraftan Gazze’deki ateşkesin geleceği de İran’a karşı atılacak adımlarda belirleyici olacak.
Bir diğer önemli nokta ise eğer bir anlaşma yapılacak ise bunun kapsamının ne olacağı. Trump, önceki anlaşmanın İran’ı nükleer faaliyetleri konusunda denetlemekten uzak ve bölgesel faaliyetleri konusunda da teşvik edici bir niteliği haiz, başarısız bir anlaşma olduğunu defalarca söylemişti. Maksimum baskı siyasetinin yalnızca nükleer dosyayı değil, balistik füze programı ve bölgesel siyaset gibi diğer maddeleri de kapsadığı biliniyor. Dolayısıyla yeni anlaşmanın kapsamının daha geniş olması muhtemel.
Bir başka kritik ayrıntı da anlaşmayı hangi aktörlerin müzakere edeceği veya masada kimlerin olacağı. Trump’ın Avrupalı aktörlerle olan anlaşmazlıkları, P5+1 formatına pek alan bırakmıyor. Ayrıca bölgesel aktörlerin, bilhassa Suudi Arabistan’ın Trump tarafından Ukrayna dosyasında olduğu gibi İran dosyasında da diplomatik bir aracı olarak tayin edilmesi de mümkün görünüyor. Çok fazla değişkenin ve farklı aktörlerin farklı taleplerinin belirleyici olduğu bu süreçte kesin konuşmak için henüz erken.
ABD’DEN İRAN’A GÖZDAĞI: TÜM SEÇENEKLER MASADA
MIKE WALTZ – ABC NEWS – 17.03.2025 – GRAFİK ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Mike Waltz, Yemen’e düzenlenen hava saldırılarında “çok sayıda Husi liderin etkisiz hale getirildiğini” belirtti. +Saldırılarda çok sayıda Husi lider hedef alınarak öldürüldü. +Bu saldırıların eski ABD Başkanı Joe Biden döneminde düzenlenenlerden farklı. +Buradaki fark, ilk olarak Husi liderliğinin peşine düşmek ve ikinci olarak İran’ı sorumlu tutmak. +İran çok uzun zamandır Husilere olanak sağlıyor. Artık geri çekilseler iyi olur. +Tüm seçenekler masada. |
İRAN’DAN TRUMP’IN TEHDİDİNE YANIT
ERAKÇİ: YEMEN HALKINI ÖLDÜRMEKTEN VAZGEÇİN
ABBAS ERAKÇİ – GRAFİK – X – 16.03.2025 İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi, ülkesini tehdit ederek Yemen’deki Husilere desteği sona erdirmesini isteyen ABD Başkanı Donald Trump’a “İsrail soykırımına ve terörizmine desteği sonlandırın. Yemenli insanların öldürülmesini durdurun.” diyerek yanıt verdi. +ABD hükümetinin İran dış politikasını dikte etme yetkisi veya görevi yoktur. O dönem 1979’da sona erdi. +İsrail soykırımına ve terörizmine desteği sonlandırın. Yemen halkını öldürmekten vazgeçin. |
İRAN MUHAFIZLARINDAN MİSİLLEME SÖZÜ
HÜSEYİN SELAMİ – GRAFİK – 16.03.2025 İran Devrim Muhafızları Komutanı, yaptığı açıklamada, ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’ı Yemen’deki Husilere desteğini kesmesi konusunda uyarmasının ardından, herhangi bir saldırıya karşı “kararlı” bir yanıt vereceklerini söyledi. İran Devrim Muhafızları Ordusu Komutanı Hüseyin Selami, ABD’nin Yemen’e düzenlediği ölümcül hava saldırılarının televizyonda yaptığı açıklamada “İran savaş başlatmayacak, ancak biri tehdit ederse uygun, kararlı ve kesin bir yanıt verecektir,” dedi. |
3-YENİ YÖNETİM SONRASI SURİYE’DE NELER OLUYOR?
Sosyalist ve seküler Arap milliyetçisi Baas rejimi ile İslam Devrimi ihracı iddiasındaki İran’ın ilişkilerini şekillendiren bu jeopolitik yaklaşım sonraki 40 yıla damga vurmuştur.
Güvenlik güçlerine karşı terör saldırılarının başlangıcında “geri geldik” söylemi kullanılırken ayaklanmacıların püskürtülmesiyle birlikte “sivil katliamı” iddiası yaygınlık kazandı.
Özellikle, İsrail’in Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik provokasyonlarını ve işgal girişimlerini artırması İran’ın yeni Suriye liderliğine yönelik mesajlarının çeşitlenmesine yol açmış görünüyor. İran dış politikasının sembol isimlerinden Ali Ekber Velayeti’nin “Suriye’den talep gelmesi halinde yardıma hazırız” açıklamasını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.
Gerçekten de Arap ve komşu ülkelerin yanı sıra Avrupa hatta Rusya’dan ihtiyatlı bir kabul gören yeni yönetime karşı en büyük tehdit İsrail ve kendisi için müttefik olarak tanımladığı Suriyeli silahlı azınlık gruplardan geliyor.
Bu durum, Şam’ın yalnızca aralarında kan davasının bulunduğu Hizbullah ve Tahran gibi aktörlerle ilişkisini etkilemekle kalmaz, 1980’lerin Afganistan’ını anımsatacak gelişmelere de yol açabilir.
Öte yandan Suriye’deki son gelişmelerden Ankara’yı sorumlu tutan İran’dan Türkiye’ye yönelik eleştiriler de artıyor. Ekim ayında TRT Farsça ile ilgili sözleri dolayısıyla TRT Genel Müdürü Mehmet Zahid Sobacı’ya anlamsız bir tepki gösteren Tahran’ın Ankara’ya yönelik söylemi özellikle aralık ayındaki rejim değişikliğinden sonra iyice şiddetlenmiş durumda.
Özellikle, Cumhurbaşkanı Mesud Pezişkiyan’ın, Hameney’in talimatı doğrultusunda Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile müzakere olmayacağını açıklamasının ardından Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevad Zarif gibi tartışmalı bir ismin istifa etmesi ve Ekonomi Bakanı Abdunnasır Himmeti’nin Meclis tarafından gensoru verilerek düşürülmesi gibi gelişmeler düşünüldüğünde İran’ın bunaltıcı iç sorunlardan kaçınmak için dikkatleri dışarı çekmeye çalıştığı görülüyor. Dolayısıyla, İran Dışişleri Bakanı Abbas Erakçi’nin Suriye’deki son gelişmelerle ilgili Türkiye’yi suçlayan açıklamaları da ülke içindeki Fars milliyetçisi kesimlere yönelik olarak değerlendirilmelidir.
Güney Kafkasya’daki gelişmelerin ardından Suriye ve Lübnan’daki kayıplarından da Ankara’yı sorumlu tutan Tahran’ın yakın gelecekte gerek örgütün silahsızlanma sürecine müdahil olması gerekse de buradan yeni birtakım imkanlar sağlaması mümkündür.
Tahran’ın Ankara ile ilişkilerini retorikte gerse de pratikte daha ihtiyatlı hareket edeceğini öngörebiliriz.
İran’ın aylardır tehdit ettiği eylemler ve eski rejim kalıntılarının Suriye güvenlik güçlerine karşı giriştiği saldırılar önemli olsa da stratejik bir sonuç doğurmaktan uzaktır. Gerek çatışma yorgunu Suriye halkının farklı katmanlarında Baas sempatisinin kalmaması gerekse de İsrail dışındaki ülkelerin yeni yönetime karşı ılımlı tavırlarını sürdürmesi ve lider kadrolarını kaybeden Hizbullah’ın aldığı darbelerden sonra müdahale kapasitesinin ciddi olarak zayıflaması gibi etkenler bir arada düşünüldüğünde İran’ın bu politikasının ardında Şara yönetimine varoluşsal bir tehdit oluşturmaktan ziyade “kendisini hatırlatma” motivasyonun olduğu görülebilir. Nitekim, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesinin ardından benzer söylemler kullanan ve Ahmet Şah Mesud’un oğlu Ahmed Mesud liderliğinde Kuzey Direnişi’ni kuracağını iddia eden İranlılar kısa süre içinde Taliban yönetimi ile ortak zemin bulmuştu ancak buna rağmen süreç içinde iki taraftan askerlerin hayatını kaybettiği sınır çatışmaları eksik olmamıştı.
İran’ın yakın gelecekte Suriye ve Lübnan’ı ikinci plana iterek hala etkin olduğu Irak ve ülke içindeki güvenliğine odaklanmak zorunda kalması oldukça muhtemeldir. Trump’ın İran’ı tehdit eden ve Hamaney’e gönderdiğini iddia ettiği ancak İranlı yetkililerin “almadık” dedikleri mektup,Tahran’ın elindeki sınırlı sayıdaki kartlarını akıllıca oynaması ve bölgesel istikrarı baltalayıcı adımlardan kaçınması gerektiğini gösteriyor.
SURİYE ANAYASA İNCELEMESİ
Yayınlanan metin “Suriye Arap Cumhuriyeti Anayasal Beyannamesi” başlığını taşıyor ve toplamda 53 maddeden oluşuyor. Metin 5 bölüm olarak düzenlenmiş:
– Başlangıç
– Birinci Bölüm: Genel Hükümler
– İkinci Bölüm: Haklar ve Özgürlükler
– Üçüncü Bölüm: Geçiş Sürecinde Yönetişim Sistemi
– Dördüncü Bölüm: Son Hükümler
Genel olarak bakıldığı zaman metnin, geçiş süreci için hazırlanmış klasik ve özlü bir anayasal metin olduğu görülebiliyor. Metin genel anlamda Kıta Avrupası’ndaki diğer anayasal metinlerle benzer bir yaklaşımla hazırlanmış ki anayasa komitesinin de eğitim geçmişi daha çok bu yöndeydi. Yine bu doğrultudaki diğer anayasalar olan Arap ülkelerinin anayasalarıyla da paralellikler içeriyor. Metinde zaten “başta 1950 Anayasası olmak üzere önceki Suriye anayasalarının ruhundan ilham alındığı” vurgulanıyor. Ben de daha önce sosyal medyada bu konuda bir paylaşım yapmış, hazırlanacak metnin Mısır’da devrimin ardından 2012’de yürürlüğe giren anayasa ile benzerlikler içereceğini belirtmiştim.
Bu açıdan genel meselelere değinmeyi gerekli görmüyorum. Metnin bu gibi genel noktalarını ilgilenenlerin kendisinin incelemesi daha faydalı olacaktır. Ben bunun haricinde bu anayasayı farklı kılan bazı noktalara temas etmek istiyorum.
Ayırt edici özellikler
Metni okuduğumda dikkatimi çeken noktaları önem sırasına göre değil, yazılış sırasına göre madde madde ele almaya çalışacağım.
● “Suriye Arap Cumhuriyeti” ifadesi. İlk olarak eski rejimin devralınması sürecinde geçici olarak benimsenen bu devlet ismi anayasada da korunmuş. Baas’ın Arap dünyasında popüler olduğu eski dönemleri akla getiren bu ismin ilerleyen dönemlerde kalıcı anayasal bir metin ortaya çıktığında kaldırılabileceğini düşünüyorum.
● Madde 3’te yer alan “devletin tüm semavi dinlere saygı göstereceği” ibaresi. Anayasa genelinde herhangi bir mezhebe atıf yapılmıyor ve İslam’ın dışındaki tüm inançlar değil, özellikle “semavi dinler” öne çıkarılıyor. Bu ifadenin semavi dinlerin müntesipleri dışında kalan diğer mezhep-din grupları hakkında bir anlam ifade edip etmeyeceğini bekleyip görmek gerekiyor.
● Madde 7 ile dış ülkelerle gayri resmi bağlantıların yasaklanması. Bu özellikle çeşitli azınlık gruplarının dış bağlantıları göz önüne alındığında oldukça önemli. Suriye topraklarında azınlıklar üzerindeki dış etkiler oldukça eskiye, Osmanlı Devleti dönemine dayanıyor. Bu dönemlerde genel olarak Biladu’ş Şam’da İngiltere, Fransa ve Rusya gibi taraflar, başta Hıristiyanlar olmak üzere azınlık gruplarının hamisi olarak kendilerini öne çıkarmıştı. Bu durum bölgeyi dış güçlerin etkisine açık hale getirmişti. Bugün de aynı durum ABD, İsrail, İran, Rusya gibi dış tarafların özellikle azınlık gruplarıyla kurduğu temaslar üzerinden kendisini gösteriyor. Bu durumun önüne geçilebilmesi Suriye’de 2 asırdır süren bir problemi de ortadan kaldırabilir.
● Madde 10’da yer alan “Vatandaşlar ırk, din, cinsiyet veya soy ayrımı yapılmaksızın hak ve ödevler bakımından kanun önünde eşittir” ifadesi. İslam fıkhında devletin Müslüman ve gayrimüslim vatandaşları arasında hak ve ödevler açısından fark gözetildiği (cizye, zekat, askerlik vb. konular gibi) bilinen bir gerçek. Ancak ilgili maddenin “devlet her vatandaşına kim olursa olsun adaletle muamele edecektir” şeklinde anlaşılması da mümkün. Bu konuda nasıl bir yaklaşım sergileneceği daha ziyade devletin pratik tutumunda ve yapılacak diğer kanunlarda kendisini gösterecektir.
● Madde 12’de ve diğer maddelerde kendine yer bulan “insan hakları” kavramı. Batılı bir kavram olan ve içi genellikle Batılı-seküler hukuki zihniyet tarafından doldurulan “insan hakları” kavramı farklı yorumlara açık bir kavram. Batı’da bu kavramın içerisine dini inkar, cinsiyet tercihleri gibi diğer alt kavramlar sokulabiliyor. Suriye’de ise bu kavramın daha farklı bir yorumu temelinde bir kanunlaştırma yapılacağı görülebiliyor.
Yine aynı maddede, bu konuda taraf olunan uluslararası anlaşmaların anayasal nitelik taşıyacağından söz ediliyor. Taraf olunacak anlaşmalarda yer alan ve İslam fıkhıyla çelişki arz edebilecek seküler ilkelerin bu nitelikte kabul edilip edilmeyeceği bir tartışma konusu. Ancak şahsi kanaatime göre, oluşturulacak Anayasa Mahkemesi’nin yorumları bu konuda anayasal metinden daha belirleyici olacaktır. Anayasa Mahkemesi’nden ise seküler Batılı yorumların kabul edilmesine yönelik bir içtihat çıkacağını düşünmüyorum.
● Madde 14’te siyasi partilerin kurulması hakkı kayıt altına alınıyor. Suriye’nin bağımsızlığından bu yana düzgün bir çok partili sistemden söz etmek zor. Özellikle Baas rejimi döneminde bazı göstermelik siyasi partiler dışında herhangi bir siyasi hayat yoktu. Bu Suriye için yeni bir deneyim olacak. Bu konudaki ilkeleri düzenleyecek bir Siyasi Partiler Kanunu ilerleyen dönemde oluşturulacaktır. Partilerin kuruluş usulleri ve amaçları kayıt altına alınacaktır.
● Üçüncü Bölüm’de devletin kuvvetler ayrılığı esasına dayalı bir teşkilatlanma usulü izleyeceği vurgulanıyor. Bunun öncesinde Suriye’de tek bir erk vardı, o da Esed diktasıydı. Bu sebeple Suriye’de kuvvetler ayrılığının sağlanması için öncelikle kuvvetlerin ortaya çıkarılması gerekiyor. Yürütme erki halihazırda Devlet Başkanı Şara ile oluşmuş durumda. Bu sebeple yasama için bir meclisin ve güçlü bir yargı teşkilatının kurulması gerekecek. Bunlar arasındaki işleyiş ve uyum Suriye’nin ilerleyen yılları için belirleyici olacaktır.
● Madde 24-30 arasında yasama yetkisini kullanacak olan meclisten bahsediliyor. Bu meclisin üçte biri doğrudan Devlet Başkanı tarafından atanacak. Üçte ikisini ise, yine Devlet Başkanı’nın belirlediği bir komite tarafından oluşturulan seçim organları belirleyecek. Halk Meclisi üyelerinin dini aidiyetlerine dair bir madde bulunmuyor, bunların büyük kısmı muhtemelen Müslümanlardan, az bir bölümü ise azınlık gruplarından oluşacak.
● Madde 31-42 arasında yürütme yetkisini kullanacak olan Devlet Başkanı’ndan ve bakanlardan bahsediliyor. Metnin başında, Madde 3’te Devlet Başkanı’nın Müslüman olma şartı getiriliyor. Bakanlar açısından ise bir dini aidiyet şartı aranmıyor.
Bunun yanı sıra metinde, ilerleyen süreçte yasama seçimlerinin yapılacağından bahsedilse de Devlet Başkanı’nın nasıl seçileceği ve buna dair seçim yapılıp yapılmayacağı açık bir şekilde belirtilmemiş. Seçimlere ilişkin ayrıntılar yüksek ihtimalle ilerleyen dönemde çıkarılacak kanunlarla şekillenecektir.
● Madde 43-47 arasında yargı yetkisini kullanacak olan bağımsız mahkemelerden bahsediliyor. Buna dair ayrıntılar metinde incelenebilir.
● Madde 48 ve Madde 49, kanaatime göre Madde 7 ile birlike anayasanın en önemli maddeleri arasında. Bu maddelerde kayıt altına alınan hükümler, devrik Esed rejiminin tamamen tasfiyesini öngören ve geri gelmesini imkansızlaştıran hükümler. Bu maddelerde Esed rejimi mahkemelerinin halkı baskı altına almak için verdiği kararlar geri dönük olarak kaldırılıyor. Esed rejimi döneminde işlenen suçların yargılanmasının ve tazminata hükmedilmesinin önü açılıyor. Esed rejimi unsurlarınca işlenen suçların soruşturulması için, bu suçlar “kanunların geriye yürümezliği ilkesi”nden muaf tutuluyor. Esed rejimini ve sembollerini yüceltmek, rejimin işlediği suçları inkar etmek, övmek, haklı göstermek veya küçümsemek suç haline getiriliyor.
Bu önemli maddeleri açtıktan sonra, anayasa ve İslam tartışmasına dair birkaç kısa not aktarıp yazıyı tamamlamak istiyorum.
“İslami Anayasa” tartışması
Takip edenler hatırlayacaktır. Kısa bir süre önce “Anayasa meselesi ve İslam” başlıklı bir videoda bu konuya dair görüşlerimi özetlemiştim. Anayasa yazımının öneminden ve bunun anayasal nitelikteki İslami yaklaşımların kodifiye edilerek yapılabileceğinden bahsetmiştim. Bilindiği üzere İslam fıkhında devlet yönetimi, kanun yapımı, istişare, yargılama, reayanın hak ve sorumlulukları, yöneticinin hak ve sorumlulukları gibi anayasal nitelikle unsurlar sıkça yer alıyor. Bunların sistemli bir yaklaşımla kodifiye edilebileceğinden söz etmeye çalışmıştım.
Suriye konusundaki tüm tartışmalardan bağımsız olarak, yayınlanan metni bu açıdan da değerlendirmek istiyorum.
Şahsi kanaatim, İslam’ın anayasal nitelikteki hükümleri bakımından mevcut anayasanın oldukça zayıf olduğu yönünde. Elbette bu bir geçiş dönemi anayasası ve bu anayasa hazırlanırken de şahsi olarak böyle bir beklentim bulunmuyordu. İlerleyen dönemde bu konuda, ilgili düzenlemelerin yapılacağını ve bu yönden daha güçlü bir anayasanın ortaya çıkacağını temenni ediyorum. Bununla birlikte, ortaya çıkan metne bu açıdan yerinde eleştiriler yöneltmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu tarz yapıcı eleştiriler yoluyla hem bizlerin zihninde bu konunun daha iyi bir yer etmesi hem de oluşturulacak kalıcı metnin daha sağlam olması mümkün olabilir.
Anayasa metninde İslam’a dair vurgunun Madde 3’te yapıldığı görülüyor. Madde şu şekilde:
“Devlet Başkanı’nın dini İslam’dır ve İslam hukuku yasamanın temel kaynağıdır.”
Madde 3 haricinde bu konuda metinde herhangi bir ifade yer almıyor.
Devlet Başkanı’nın dininin İslam olması şartı aranması mühim bir unsur. Yine yapılacak yasaların temel referansının İslam olması da önemli bir gelişme. Bu ifade ilerleyen süreçte yasama, yürütme veya yargı konusunda yapılacak herhangi bir düzenlemeye İslam fıkhı temelinde itirazda bulunulabilmesini sağlayacak. Konuyla ilgili olanlar Mısır’da Ömer Abdurrahman’ın da yargılandığı bir davada bu temel maddenin nasıl tartışıldığını hatırlayacaktır. Mahkeme bu davada Ömer Abdurrahman’ın savunması sonrasında verdiği kararda şu ifadeleri kullanmıştı:
“Mısır Anayasası’nın ikinci maddesi açıkça belirtir ki, İslam devletin resmi dini, Arapça resmi dili ve İslam şeriatının özü de yargının temel özünü oluşturmaktadır. Ancak mahkeme bir Müslüman alim olan Ömer Abdurrahman’ın 3 Eylül 1983 miladi tarihinde mahkemeye verdiği ifade ile anayasadaki kuralların kendisini refere ettiği İslam şeriatı ile uyuşmadığına ikna olmuştur.”
Bu madde oldukça geniş ve kapsayıcı bir madde ve bu açıdan teorik bir öneme sahip.
Bunun yanı sıra, anayasa metninde “Devletin dini İslam’dır” veya benzeri bir şekilde güçlü bir madde de yer almıyor. Benzer bir örnek verilecek olursa, 1950 yılındaki Suriye Anayasası’nın başlangıç kısmında şu ifadeler yer alıyor:
“Halkın çoğunluğu İslam dinine inanmaktadır ve devlet İslam’a ve onun yüce ideallerine bağlılığını ilan eder.”
Yine vurgulamak gerekiyor ki yasamanın kaynağının İslam olduğu hususu, Mısır da dahil olmak üzere birçok Arap ülkesinin anayasasında yer alıyor. Ancak bu anayasal ilkeye riayet edilmediği açık. Suriye konusunda, bu ilkenin hayata geçirilmesi kurulacak devlet kurumları, hükümetin yaklaşımı, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere yargı teşkilatının yapılanması ise alakalı. Yani kısacası İslam hukukunun tatbiki açısından bu madde teorik açıdan önem arz etse de pratik açıdan durum devlet politikalarına bağlı.
“İslami” denebilecek bir anayasanın ise daha farklı bir içeriğe sahip olması, dahası daha farklı bir hukuki zihniyeti temel alması gerekiyor. Dünyaya ve dahi İslam ülkelerine egemen olan Avrupa merkezli hukuk sistemlerinde anayasa hukuku konusunda İslam fıkhına benzer bir yaklaşıma rastlamak söz konusu değil. İslam hukukundaki anayasal ilkeler adil yönetişim, temel haklar, devletin şekli gibi konuları içeriyor elbette. Ancak bunun yanı sıra İslam’ın ülkeye tatbiki, dış ülkelerle ilişkilerin temeli, emirlik ve şura gibi farklı konuları da ihtiva ediyor ki mevcut metinde böyle bir yaklaşıma rastlanmıyor.
İlerleyen süreçte ortaya konacak kalıcı çalışmalarda bu tarz yaklaşımlara yer verilip verilmeyeceğini zaman gösterecek.
Hukuki açıdan konuşacak olursak metin, geçiş sürecinin ihtiyaçlarına hitap edecek şekilde temel ve kritik konuları içerecek biçimde derlenmiş ve iyi hazırlanmış. Bu metin yüksek ihtimalle uzun bir süre temel kaynak olacak ve belirli düzenlemelerden geçecektir. Suriye’nin gidişatında ise daha büyük etkinin doğrudan Devlet Başkanlığı makamı tarafından yapılacak düzenlemelerden ve alınacak tavırdan doğacağını hatırlatmak gerekir.
FİDAN: BÜTÜN SİLAHLAR DEVLETE TESLİM EDİLMESİ GEREKİYOR
“BÖLGEDE TERÖRE BULAŞAN BÜTÜN SİLAHLI UNSURLARIN DENKLEM DIŞINA ÇIKMASI ELZEM”
HAKAN FİDAN – DIŞİŞLERİ BAKANI – GRAFİK – 14.03.25 Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, tv100’de açıklamalarda bulundu. +Suriye ziyaretimiz önemliydi. +Geçtiğimiz yılın 8 Aralığında Suriye’de yeni bir dönem başladı. + Çok büyük bir tarihi fırsat getirirken Suriye halkı ve bölge için aynı zamanda birçok problemin de başlangıç noktası oldu. +Şam ziyaretinde Suriye hükümeti ile SDG arasındaki anlaşmayı görüştük. +Gerekli telkinlerde bulunduk. +Bütün silahlar devlete teslim edilmesi gerekiyor. +Suriye YPG işgaline son verecek inisiyatifi ele almalı. +Atılacak adımları görmemiz gerekiyor. +Provokasyon uyarısı yapmıştık. +Bölgede teröre bulaşan bütün silahlı unsurların denklem dışına çıkması elzem. +Suriye’de bir özerklik arayışına ilişkin taviz olduğunu düşünmüyoruz. |
DIŞİŞLERİ BAKANI HAKAN FİDAN, BAKAN GÜLER VE KALIN ŞAM’DA
SURİYE DEVLET BAŞKANI ŞARA İLE GÖRÜŞTÜLER
SDG ile anlaşma, Suriye’deki Anayasa hazırlıkları, eski rejimin unsurları ile yeni yönetimin güvenlik güçleri arasındaki gerilim, Suriye’nin yeniden inşası, İsrail’in saldırıları ve Şam’da kurulacak Ortak Hareket Merkezi’nin görüşmenin ana gündem maddeleriydi. |
SURİYE’DE GEÇİCİ ANAYASA İMZALANDI – WALL
Suriye hükümet kaynaklarından alınan bilgiye göre, geçici anayasa bildirgesinde öne çıkanlar maddeler şöyle sıralandı. Al Jazeera, anayasa bildirgesinin öne çıkan maddelerini şu şekilde sıraladı: +Kuvvetler ayrılığının tam olarak uygulanması. +Düşünce, ifade, basın ve yayın özgürlüklerinin sağlanması. +Mülkiyet hakkı ve kadınların eğitim ve çalışma hakkının garantilenmesi. +İslam hukuku, hukukun temel dayanağı olmaya devam etmesi. +Halk Meclisi’nin bakanları çağırma ve sorgulama hakkı olması. +Cumhurbaşkanının görevden alınması, görevden uzaklaştırılması ya da yetkilerinin sınırlandırılması için halk meclisi yetkili olacak. +Mevcut Anayasa Mahkemesi’nin kaldırılması. +Olağanüstü hal ilanının Ulusal Güvenlik Konseyi’nin onayına tabi olması ve uzatılmasının Halk Meclisi’nin onayına bağlı olması. +Halk Meclisi’nin yasama sürecini, Cumhurbaşkanı’nın ise yürütme yetkisini üstlenmesi. +Kalıcı bir anayasa hazırlamak için bir komisyonun oluşturulması. +Geçiş döneminin 5 yıl olarak belirlenmesi. +Ülkenin imzalamış olduğu insan hakları anlaşmalarına bağlı kalınması. |
SDG SURİYE YÖNETİMİ İLE NASIL ANLAŞTI?
SURİYE’DE ASLINDA TÜRKİYE’NİN İSTEDİĞİ YERE Mİ GELİNDİ?
Suriye Cumhurbaşkanlığı, SDG’nin Suriye Ordusu’na katıldığını açıkladı. Açıklamada, “SDG’nin devlet kurumlarına katılması için anlaşmaya varıldı” denildi. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile Mazlum Abdi arasında Şam’da imzalanan anlaşma 8 maddeden oluşuyor. Suriye Cumhurbaşkanlığı’nın X hesabından yapılan fotoğraflı paylaşımda, anlaşmanın Suriye Arap Cumhuriyeti kurumlarına entegrasyon ile toprak birliğini öngördüğü ve bölünmeyi reddettiği ifadeleri kullanıldı. Paylaşımda, imza atılan anlaşma metnine de yer verildi. Metinde “Suriyelilerin, dini ve etnik kökenlerinden bağımsız olarak, liyakate dayalı şekilde siyasi süreçlere ve devlet kurumlarına katılım ve temsillerinin güvence altına alındığı” kaydedilirken “Kürt toplumu, Suriye devletinin asli bir bileşenidir ve Suriye devleti, vatandaşlık hakkını ve tüm anayasal haklarını garanti altına alır.” maddesine yer verildi. |
8 MADDELİK KRİTİK ANLAŞMADA NELER VAR? – WALL
8 maddeden oluşan anlaşmaya göre Kürt toplumu, Suriye’nin parçası olarak anayasal güvenceye kavuşacak. Sınır kapıları, petrol ve gaz sahaları Suriye devletinin yönetimine geçecek. Suriye’nin güvenliğine ve birliğine yönelik tüm tehditlerle birlikte mücadele edilecek. 1. Dini veya etnik kökenine bakılmaksızın tüm Suriyelilerin temsil ve siyasi katılım haklarının liyakate dayalı olarak sağlanması. 2. Kürt toplumunun Suriye’nin ayrılmaz bir parçası olarak tanınması ve anayasal haklarının garanti altına alınması. 3. Tüm Suriye topraklarında ateşkes. 4. Sınır geçişleri, havaalanları, petrol ve gaz sahaları dahil olmak üzere kuzeydoğu Suriye’deki tüm sivil ve askeri kurumların devlet yönetimi altında bütünleştirilmesi. 5. Yerinden edilmiş tüm Suriyelilerin devlet koruması altında memleketlerine geri dönmesinin sağlanması. 6. Suriye’nin Esad’ın kalıntıları ve güvenliğine ve birliğine yönelik tüm tehditlerle mücadelesini desteklemek. 7. Bölünme çağrılarını, nefret söylemini ve anlaşmazlık çıkarma girişimlerini reddetmek. 8. Uygulama komiteleri, yıl sonuna kadar anlaşmayı yürürlüğe koymak için çalışacak. |
4-DİPLOMATİK TEMASLAR RUSYA-UKRAYNA SAVAŞI’NDA BARIŞIN HABERCİSİ Mİ?
Trump, Rusya’nın da Ukrayna gibi ateşkes anlaşmasına “evet” demesini umduğunu belirtti ABD Başkanı Trump, Ukrayna ile varılan ateşkes anlaşması mutabakatının ardından Rusya’nın da aynı şeyi yapmasını beklediğini belirterek, “Putin çok ümit verici bir açıklama yaptı, kendisiyle yakın zamanda görüşmeyi ve konuşmayı isterim.” dedi.
ABD Başkanı Donald Trump, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’yi Beyaz Saray’da ağırlarken, Oval Ofis’te Rusya-Ukrayna gündemini ve diğer dış politika başlıklarını değerlendirdi.
ABD Başkanı Trump, Ukrayna’nın 30 günlük geçici ateşkes konusunda anlaşmaya tamam dediğini hatırlatarak, “Rusya’nın da aynı şeyi yapacağını umuyoruz. Burada tam bir ateşkes söz konusu.” sözlerini sarf etti.
Özel Temsilcisi Steve Witkoff’un bugün Moskova’da ateşkes görüşmeleri yaptığını anımsatan Trump, bu görüşmelerin çok ciddi şekilde yürüdüğünü ve bunlardan umutlu olduğunu vurguladı.
“Putin çok ümit verici bir açıklama yaptı”
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, ateşkes anlaşmasıyla ilgili son açıklamalarına değinen Trump, “Putin çok ümit verici bir açıklama yaptı, kendisiyle yakın zamanda görüşmeyi ve konuşmayı isterim. Eğer Rusya anlaşmak istemezse tüm dünya için bu bir hayal kırıklığı olur.” diye konuştu.
Rusya’nın elinde tutacağı topraklar konusunda Ukrayna ile görüştüklerini, bu konuda şeffaf olduklarını söyleyen Trump, aralarında bir enerji santralinin de olduğu birçok konu başlığının nihai anlaşma bağlamında ele alındığını belirtti.
Trump, “Bu iş (Rusya-Ukrayna savaşı) uzun süre devam edebilirdi. Biz bir açmazı kırdık. Rusya’nın diğer müttefiklere saldıracağını düşünmüyorum, bunun olmayacağından emin olacağım.” ifadesini kullandı.
Donald Trump, “Ukrayna ile nadir toprak elementleri anlaşmamız var ve bu bize bir şey geri getirecek, paramızı geri getirecek.” değerlendirmesini yaptı.
Önceki ABD başkanlarının Ukrayna politikalarını eleştiren Trump, Kırım’ın eski Başkan Barack Obama tarafından, Gürcistan’ın ise eski Başkan George W. Bush tarafından Rusya’ya verildiğini savunarak, “Ben onlara hiçbir şey vermedim. Sadece Ukrayna’ya Javelin füzeleri verdim.” dedi.
Diğer müttefiklerin de kendi paylarına düşen ödemeleri yapmaları gerektiğini ve kendisinin bu konuda hassas olduğunu kaydeden Trump “NATO, benim adımlarım sayesinde daha güçlü hale geldi.” yorumunu yaptı.
Rusya, Kursk bölgesinde Ukrayna’nın kontrolündeki en büyük kent Suca’yı geri aldı Rusya Savunma Bakanlığı, Kursk bölgesinde Ukrayna ordusunun kontrolündeki en büyük kent olan Suca’nın geri alındığını duyurdu.
Bakanlıktan yapılan açıklamada, Rusya’nın Kursk bölgesinde Ukrayna Silahlı Kuvvetlerinin yenilgiye uğramaya devam ettiği belirtildi.
Rus “Kuzey” grubu askeri birliklerinin, bölgede Ukrayna ordusunun kontrolündeki en büyük kent olan Suca’yı geri aldığı bilgisi paylaşılan açıklamada, Melovoy ve Podol yerleşim birimlerinin de kurtarıldığı aktarıldı.
Dün, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, askeri üniforma giyerek Kursk bölgesinde bir komuta merkezini ziyaret etmiş, bölgedeki durum ile ilgili olarak Rusya Genelkurmay Başkanı Valeriy Gerasimov’dan brifing almıştı.
Kursk bölgesindeki Ukrayna askeri birliklerinin en kısa sürede yenilmesi gerektiğini söyleyen Putin, “Kursk bölgesi tamamen kurtarılmalı ve devlet sınırını yeniden eski haline getirmeliyiz.” ifadesini kullanmıştı.
Ukrayna: Rus ordusu, hava saldırılarıyla Suca kentini neredeyse tamamen yok etti
Öte yandan Ukrayna Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi Dezenformasyonla Mücadele Merkezi Başkanı Andriy Kovalenko, Rus ordusunun Suca kentini “neredeyse tamamen yok ettiğini” belirtti.
Kovalenko, Rus ordusu tarafından Suca kentinin geri alındığına yönelik yapılan açıklamaları değerlendirdi.
Kente yoğun hava saldırısı düzenlendiğini kaydeden Kovalenko, “Rus ordusu, hava saldırılarıyla Suca kentini neredeyse tamamen yok etti. Şehir ve çevresi yıkıldı ve birkaç sivil bina ayakta kaldı.” ifadelerini kullandı.
TRUMP-PUTİN GÖRÜŞMESİNDEN NE ÇIKAR?
ABD Başkanı Trump, Rusya ile Ukrayna arasındaki barış görüşmeleri için Rus lider Putin’le bugün konuşacağını duyurdu. Rusya Ukrayna Savaşı’nda ateşkese yönelik tartışmalar sürereken ABD Başkanı Donald Trump’tan net bir açıklama geldi. Trump, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le bugün konuşacağını açıkladı. Air Force One uçağında gazetecilere yaptığı açıklamada Trump, Rusya ve Ukrayna arasında “bazı varlıkların” paylaştırılması konusunu görüştüklerini söyledi ve şunları belirtti: “Hafta sonu pek çok çalışma yapıldı. Bu savaşı sona erdirip erdiremeyeceğimizi görmek istiyoruz.” Anlaşmada odak noktanın toprak ve enerji santralleri olduğunu belirten Trump, “İki taraf arasında bazı varlıkların paylaştırılmasına yönelik görüşmeler yapılıyor” diye ekledi. ABD Başkanı Donald Trump’ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff, Trump ile Rus lider Vladimir Putin’in bu hafta görüşebileceğini açıklamıştı. Witkoff, “Rusya-Ukrayna savaşını sonlandırmada gerçek bir ilerleme göreceğimizi umuyorum” ifadelerini kullanmıştı. Putin’in Trump’ın felsefesini kabul ettiğini vurgulayan ABD’li yetkili, Trump’ın savaşın sonlanması konusunda ısrarcı olduğunu vurguladı. |
TRUMP, RUSYA-UKRAYNA SAVAŞINI BİTİREBİLECEK Mİ? – WALL
Donald Trump – ABD Başkanı +Çok kolay bir şekilde 3. Dünya Savaşı çıkabilir. 3. Dünya Savaşı’na gidiyorduk. +Nükleer ve bilmek istemeyeceğiniz silahlar sebebiyle eşi benzeri görülmemiş bir yıkım olacaktı. +Rusya ile iyi gittiğimizi düşünüyorum. +Başkan Putin ile konuşuyoruz ve bu savaşı bitirmek istiyoruz. Vladimir Putin – Rusya Devlet Başkanı +Donald Trump’a çabalarından dolayı teşekkür ederim. +Ancak konuşulması gereken hususlar var. Amerikalı dostlarımızla da görüşmeliyiz. +Ateşkes yaparsak bu ne anlama gelecek? Ateşkes emrini kim verecek ve bu emirlerin bağlayıcılığı ne olacak? 2 bin kilometrelik cephe hattında ihlalleri kim denetleyecek? Volodimir Zelenski – Ukrayna Devlet Başkanı +Putin, Trump’a açıkça ‘bu savaşı sürdürmek ve Ukraynalıları öldürmek istediğini’ söylemekten korkuyor. +Bu yüzden, ateşkes fikrini öyle şartlara bağlıyorlar ki hiçbir şey çıkmaması veya mümkün olduğunca uzun sürmesi sağlansın. +Putin sık sık böyle yapar, direkt ‘hayır’ demez, ancak süreci uzatarak normal çözümleri imkansız hale getirir. +Tüm bunların Rusya’nın yeni manipülasyonları olduğuna inanıyoruz. Yuri Uşakov – Putin’in Dış Politika Danışmanı +Kısa süreli bir ateşkes yalnızca Ukrayna’nın soluklanmasına neden olur. |
TRUMP: ÇOK KOLAY BİR ŞEKİLDE 3. DÜNYA SAVAŞI ÇIKABİLİR
DONALD TRUMP – ABD BAŞKANI – GRAFİK – 14.03.25 Trump Adalet Bakanlığı’nda konuşma yaptı. +Çok kolay bir şekilde 3. Dünya Savaşı çıkabilir. +3. Dünya Savaşı’na gidiyorduk. +Nükleer ve bilmek istemeyeceğiniz silahlar sebebiyle eşi benzeri görülmemiş bir yıkım olacaktı. +Ama bence oldukça iyi durumdayız. +Rusya ile iyi gittiğimizi düşünüyorum. +Başkan Putin ile konuşuyoruz ve bu savaşı bitirmek istiyoruz. |
TRUMP: RUSYA ATEŞKESE AÇIK
“RUSYA’NIN DİĞER MÜTTEFİKLERE SALDIRACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUM, BUNUN OLMAYACAĞINDAN EMİN OLACAĞIM”
DONALD TRUMP – ABD BAŞKANI – GRAFİK – 14.03.25 +Rusya’nın ateşkese açık olduğunu görüyoruz. +Eğer Rusya anlaşmak istemezse tüm dünya için bu bir hayal kırıklığı olur. +Bu iş (Rusya-Ukrayna savaşı) uzun süre devam edebilirdi. Biz bir açmazı kırdık. +Rusya’nın diğer müttefiklere saldıracağını düşünmüyorum, bunun olmayacağından emin olacağım. |
ZELENSKİ: RUSYA’NIN YENİ MANİPÜLASYONLARI
VOLODİMİR ZELENSKİ – UKRAYNA DEVLET BAŞKANI – GRAFİK – 14.03.25 Zelenski, yayınladığı video mesaj ile Rusya-Ukrayna arasında ateşkese ilişkin devam eden görüşmelere değindi. +Tabii ki Putin, Başkan Trump’a açıkça ‘bu savaşı sürdürmek ve Ukraynalıları öldürmek istediğini’ söylemekten korkuyor. +Bu yüzden Moskova’dakiler, ateşkes fikrini öyle şartlara bağlıyorlar ki hiçbir şey çıkmaması veya mümkün olduğunca uzun sürmesi sağlansın. +Putin sık sık böyle yapar, direkt ‘hayır’ demez, ancak süreci uzatarak normal çözümleri imkansız hale getirir. +Tüm bunların Rusya’nın yeni manipülasyonları olduğuna inanıyoruz. |
RUSYA’NIN ŞARTLARI NELER? – WALL
Rusya lideri Putin, ABD Başkanı Donald Trump’ın “derhal ateşkes” çağrısına karşı çıktı ve ek garantiler talep etti. +Ukrayna’nın Amerikalılardan ısrarla ateşkes istemesi gerekiyordu. +Rus anayasında da yer almaktadır. Kırım, Sivastopol, Herson, Zaporizhia, Donetsk, Luhansk Rusya’nın bölgeleridir. +Ukrayna silahsızlandırılmalı. +NATO barış gücünün Kiev’e destek vermesi durumuna karşı çıkıyoruz. +Savaşın başlamasıyla birlikte uygulanan yaptırımlar hafifletilmeli ya da kaldırılmalı. |
TRUMP: SAVAŞI 24 SAATTE BİTİRİRİM DERKEN İSTİHZA ETTİM
DONALD TRUMP – ABD BAŞKANI – GRAFİK – 15.03.25 Trump’ın yarın yayımlanacak “Full Measure” televizyon programına verdiği röportajın fragmanı paylaşıldı. ABD Başkanı Donald Trump, başkan seçilmeden önce Rusya-Ukrayna Savaşı’nı 24 saat içinde bitirebileceği vaadine ilişkin, +Bunu söylediğimde biraz istihza ettim. +Kastettiğim şey, bunu bitirmek istediğimdi ve bence başarılı olacağım. |
ZELENSKİ: KURSK’TA DURUM ÇOK AĞIR
VOLODİMİR ZELENSKİ – UKRAYNA DEVLET BAŞKANI – GRAFİK – 14.03.25 Zelenskiy başkent Kiev’de gazetecilere yaptığı açıklamada, Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili gelişmeleri değerlendirdi. +Belli ki Kursk’taki durum çok ağır. +(Kursk Harekatı’nın) başarılı olduğuna inanıyorum. +Pokrovsk yönündeki durumun artık istikrara kavuştuğunu ve (Rusların) Pokrovsk’u tekrar işgal etme fırsatı bulmasının çok zor olacağını düşünüyorum. +İlk adım uydu, ikinci adım istihbarat. Amerika ve Ukrayna’nın ortak istihbaratı. |
UKRAYNA’NIN NATO HAYALİ YARIM MI KALDI?
SAVAŞIN KAYBEDENİ ZELENSKİ Mİ?
RUTTE: UKRAYNA’NIN NATO KAPISI KAPANDI
NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, ABD Başkanı Donald Trump’ın, Ukrayna’nın NATO’ya katılım konusunu müzakere masasından kaldırdığını kabul etti. Bloomberg’e konuşan Rutte, “Ukrayna’nın NATO’ya dahil olması meselesi artık gündemde değil” ifadesinde bulundu. Ukrayna Adalet Bakanı Olha Stefanishyna, Rutte’nin açıklamalarının ülkede şaşkınlık yarattığını söyledi. |
STARMER: HERHANGİ BİR ANLAŞMAYI KENDİMİZ SAVUNMAYA HAZIRLIKLI OLMALIYIZ
KEİR STARMER – İNGİLTERE BAŞBAKANI – GRAFİK – 15.03.25 İngiltere Başbakanı Starmer, İngiltere’nin ev sahipliğinde düzenlenen ve dünya liderlerinin Ukrayna konusunu masaya yatırdığı çevrim içi toplantının açılışında konuştu. +Sadece geri çekilip bunun olmasını bekleyemeyiz. İlerlemeye devam etmeliyiz, ileriye doğru gitmeliyiz ve güvenli ve kalıcı bir barışı hazırlamalıyız. +Bu, Ukrayna’nın savunmasını güçlendirmek, herhangi bir anlaşmayı kendimiz savunmaya hazırlıklı olmak ve Putin’i masaya oturmaya zorlamak için gönüllü koalisyon kurmak anlamına geliyor. |
LONDRA’DA İKİNCİ BULUŞMA
İngiltere’nin ev sahipliğinde düzenlenen Ukrayna konulu çevrimiçi toplantıda önemli mesajlar verildi. Toplantıya AB ve NATO liderlerinin yanı sıra, Almanya, Fransa, İtalya, Ukrayna, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, İspanya, Portekiz, Letonya, Romanya, Türkiye ve Çekya dâhil yaklaşık 25 ülkeden liderler katıldı. Toplantıda ABD temsil edilmedi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, 25 ülkenin katılımıyla gerçekleşen Çevrimiçi Liderler Toplantısı’nda yer aldı. Milli Savunma Üniversitesinden toplantıya katılan Erdoğan’a Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun eşlik etti. Erdoğan geçen hafta AB’nin düzenlediği zirveye de davet edilmişti. |
ZELENSKİ: NET TUTUM GÖSTERİN
Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy ise, Avrupalı liderlere, Ukrayna topraklarında bir askeri birliğin konuşlandırılması da dâhil olmak üzere “güvenlik garantileri konusunda net bir tutum belirlemeleri” gerektiğini söyledi. +Savaşın sona erdirilmesine yönelik en azından ilk adımların atılması için kararlı önlemlerin alınması gerekiyor. Buna yaptırımlar da dahildir. +Birlik Ukrayna topraklarında konuşlandırılmalıdır. +Bu Ukrayna için bir güvenlik garantisi ve Avrupa için bir güvenlik garantisidir. |
GENERALLER LONDRA’DA TOPLANACAK
Bu hafta 27 ülkeden generaller, Ukrayna’ya asker, gemi ve uçak konuşlandırma olasılığını savaş oyunu senaryolarıyla değerlendirmek üzere Londra’da bir araya gelecek. Perşembe günkü görüşmelerde, grubun Moskova’yı daha fazla saldırıdan caydırmaya yetecek kaynakları bir araya getirip getiremeyeceği tartışılacak. Bir barış gücünün, savaş uçakları ve keşif uçaklarıyla hava devriyeleri ve denizcilik yollarını açık tutmak için Karadeniz’de savaş gemileri içermesi muhtemel. Ukraynalı askerlerin eğitimi de, Rusya’nın tam kapsamlı işgalinden önce olduğu gibi, uluslararası çabaların Ukrayna’ya geri taşınmasıyla hızlandırılabilir. Ancak ittifakın bu tür bir misyonu yerine getirebilecek kapasiteye sahip olup olmadığı konusunda soru işaretleri var. Bazı yetkililer, bunun yaklaşık 30.000 asker gerektirebileceğini öne sürüyor. |
AB YENİ YAPTIRIM PAKETİNİ AÇIKLADI
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Rusya’ya yönelik yeni yaptırım paketi uyguladıklarını açıkladı. Von der Leyen’in “AB, Rusya üzerindeki baskıyı artıyor” ifadesiyle yaptığı paylaşımda “Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik devam eden saldırganlığı nedeniyle yaklaşık 2400 kişi ve kuruluşa yönelik yaptırımlarımızı genişletiyoruz” dedi. Von der Leyen, seyahat yasaklarının, varlıkların dondurulmasının ve ekonomik kaynaklarının yasaklanmasının yaptırım paketinde yer aldığını belirtti. Von der Leyen ayrıca, “Ukrayna’yı destekleme konusundaki kararlılığımız kesindir” sözlerini paylaşıma ekledi. |
4A-ULUSLARARASI SİLAHLANMA EĞİLİMLERİ NE DURUMDA?
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) her sene silah ticaretine dair yayınladığı raporlar, bu hususun anlaşılmasında yardımcı olmaktadır. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan güncel SIPRI verilerine göre ortaya çıkan tablo, Avrupa güvenlik ve savunma mimarisinde ortaya çıkan bazı stratejik sonuçları doğrular niteliktedir. Bu durum halihazırda en belirgin şekilde iki düzlemde görülebilir; Avrupa güvenliğinde Amerikan hakimiyetinin artışı ve Türkiye’nin vazgeçilemez bir savunma ortağı konumunun tekrar kabul edilmesi.
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) Donald Trump’ın iktidara gelmesi, Ukrayna ve Avrupa Birliği (AB) üzerindeki baskıyı hiç olmadığı kadar artırırken, olası barışın Rusya’yı savaştan “zaferle” ayrılmış askeri dev olarak ortada bırakma potansiyeli, mevcut güvensizlik sarmalını hızla şiddetlendiren bir faktör olarak ortaya çıkmıştır.
Soğuk Savaş sonrasında hızla askeri küçülmeyle savunma harcamalarını kısmaya giden ve sosyal refah devleti anlayışını benimseyen Avrupa ülkeleri için 2008’de başlayıp 2022’de zirveye çıkan Rusya’nın agresif dış ve güvenlik politikası şok etkisi yaratmıştır.
2020-2024 yılları arasında Avrupa’da gerçekleşen silah ithalatının yüzde 155 oranında artış göstermesi dikkat çekicidir. Soğuk Savaş’tan bu yana kıtaya nükleer caydırıcılık dahil güvenlik garantisi sağlayan ABD’nin taahhütlerinin devamı ve güçlendirilmesi bu anlamda daha öncelikli bir politika haline gelmiştir. Bu şartlar altında ortaya çıkan güvenlik ortamı, AB stratejik otonomi arayışının zayıflaması ve ABD hegemonik mimarisinin ortaya çıkışına zemin hazırlamaktadır.
Uluslararası politikada ortaya çıkan güvensizlik ortamı, Amerikan güvenlik garantileri ve siyasi taahhütlerine talebi artırmış, bunun sonucunda ABD’nin dünya silah ihracatındaki payı 2020-2024 döneminde yüzde 43’e yükselmiş ve yüzde 21 oranında artış göstermiştir. ABD’den sonra gelen en büyük silah ihracatçısı 8 ülkenin toplam payı ancak ABD’ye yetişebilmektedir. Söz konusu dönemde ABD’nin 107 farklı ülkeye silah satması, Amerikan müttefik ağının yayıldığı coğrafya açısından anlamlıdır.
ABD’nin Avrupa güvenlik mimarisinde artan rolünü gösteren başka bir veri, 2020-2024 dönemi arasında önceki 4 yıllık döneme göre NATO mensubu Avrupa ülkelerinin silah ithalatının yüzde 64’ünün ABD’den gerçekleşmiş olmasıdır. Önceki 4 yıllık sürece göre bu dönemde ABD, payını yüzde 12 oranında artırmıştır. Avrupa’da silah alım miktarının da artmasıyla ABD’nin kıtaya olan silah ihracının yüzde 233 oranında artış gösterdiği görülmektedir.
Yaklaşık 20 yıl sonra ABD’nin silah ihracında Avrupa ilk kez zirveye yükselmiştir. Avrupa ülkeleri tarafından ABD’den yapılan silah ithalatının yüzde 26’sı Ukrayna tarafından gerçekleştirilse de kıta genelinde Amerikan silahlarına olan talep dikkat çekmektedir. Bu anlamda “AB içinden tedarik” söylem ve teşvik mekanizmalarının aksine kabiliyetli bir uçak olan Fransız Rafale’dan ziyade Amerikan F-35 ve F-16 uçaklarına olan yoğun talep gösterge niteliğindedir. Öyle ki üretici firma Lockheed Martin, talepleri karşılamak adına yeni üretim hatları kurmaktadır.
Avrupa’da ABD hegemonik mimarisinin ortaya çıkışı “AB stratejik otonomisi” söylemini kaçınılmaz olarak zayıflatmaktadır. NATO üyesi bazı AB üyelerinin silah alımlarının neredeyse tamamını ABD’den gerçekleştirdiği bilinmektedir. Tüm bu hususlar, Fransa önderliğinde yapılan farklı girişim ve çağrılara rağmen Avrupa’da stratejik otonomi arayışının güç kazanmak yerine gerilediğini göstermektedir. Rus insansız hava araçları (İHA) ve füze sistemlerinden algılanan tehditle birlikte hava ve füze savunmaya yönelik endişelerin artması, Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişiminin kurulmasını teşvik etmiştir. Ancak girişim kapsamında AB içi silahlanma yerine ABD ve İsrail ürünlerinin tedarik ediliyor olması, stratejik otonomi beklentilerinin aksi yönünde bir tercih olmuştur. Bu sebeple söz konusu girişim, AB’nin önde gelen ülkeleri Almanya ve Fransa arasında siyasi tartışmalara da yol açmıştır.
Savaşın çıkması Türkiye için Karadeniz güvenliği, bölgesel güç dengesinin korunması ve NATO caydırıcılığının sağlanması gibi hususlarda sınamalar meydana getirirken, NATO ve AB’de eksikliği anlaşılan savunma sanayisi işbirliği ve üretimi gibi konularda ise fırsatlar doğurmuştur.
Bu kapsamda Türkiye’nin NATO müttefiklerine muharebe sahasında yüksek miktarda ihtiyaç duyulan mühimmat ve insansız sistemler alanlarında kayda değer bir katkıda bulunabileceği görülmüştür. Türk savunma sanayisinin ithalatçı yapıdan ihracatçı konuma gelmesini, bu süreci doğuran bir husus olarak ifade etmek gerekir. Bu anlamda 2020-2024 yılları arasında Türkiye’nin gerçekleştirdiği silah ithalatı önceki 4 yıllık döneme göre yüzde 33 azalma gösterirken, söz konusu dönemlerde yapılan silah ihracatı yüzde 103 oranında artış göstermiştir.
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Pakistan ve Katar’ın son 4 senede Türkiye’den en fazla silah tedarik eden ülkeler olduğu görülmektedir. Yine de söz konusu ülkelerin tedarik kaynakları arasında Türkiye’nin payının hala çok küçük olduğunu belirtmek gerekir. Örneğin BAE’nin dış tedarik kaynakları arasında ABD yüzde 42, Fransa yüzde 17, Türkiye ise yüzde 11 paya sahip olmuştur. Pakistan için Çin yüzde 81, Hollanda yüzde 5,5, Türkiye ise yüzde 3,8 paya sahip olmuştur. Yine Katar için ABD’nin yüzde 48, İtalya’nın yüzde 20, İngiltere’nin de yüzde 15 paya sahip olduğu görülmektedir. Bu durum, Türkiye’nin savunma ihracatçısı aktör olarak hala yükselmekte olan bir oyuncu olduğunu, ABD ve Çin gibi güvenlik garantileri sağlayabilecek iki gücün asli tedarikçi rolü oynadığını, orta büyüklükteki Batılı güçlerin ise Amerikan silahlarının satın alınamadığı veya savunma tedarik çeşitlendirme politikaları kapsamında tercih edildiğini ortaya koymaktadır.
Türkiye’nin silah ithalatına bakıldığında ise son 4 senede İspanya, İtalya ve Almanya’nın başat ortaklar olduğu görülmektedir. Türkiye’nin İspanya ile deniz, Almanya ile kara ve deniz, İtalya ile de havacılık alanında güçlü savunma işbirlikleri bulunmaktadır.
Türkiye, AB güvenlik ve savunma mekanizmalarında tarihsel olarak dışlanmaya maruz kalsa da bu durum, AB üyesi ülkelerde ikili savunma ortaklıkları kurmasına engel teşkil etmemiştir.
Sonuç olarak Ukrayna savaşı, Avrupa’da savunma ve güvenlik mimarisini köklü değişime uğratmış, halihazırda stratejik sonuçlar doğurmuştur. Bunlardan birincisi, silah satışları; NATO ve ikili güvenlik garantilerinin sürekliliğinin sağlanması kapsamında Amerikan hakimiyetinin hızla artışıdır. İkincisi, Rusya’nın devasa savunma sanayi üretimi kapsamında çok geride kalan Batı için savunma sanayi atılımını gerçekleştiren Türkiye’nin yeniden vazgeçilemez bir güvenlik ortağı konumuna gelmesidir.
ABD’de Trump’ın iktidara gelmesiyle söz konusu iki stratejik sonucun daha belirgin hale gelmesi beklenebilir. Zira Ukrayna’nın yanı sıra NATO’nun Avrupalı mensuplarına uyguladığı baskı politikasıyla Amerikan silahlarının kıtada daha fazla tedariki beklenirken, Trump’ın Ukrayna’da uygulamak istediği barış, Rusya’yı mobilize olmuş askeri dev olarak bırakacaktır. Avrupa’da yoğun Rus tehdit algısını canlı tutacak olan bu durumun, kıta ülkeleriyle Türkiye arasındaki savunma işbirliklerini derinleştirmesi ve genişletmesi beklenebilir. Bu anlamda yukarıda bahsedilen ikili savunma işbirliklerinin yanı sıra Fransa gibi Türkiye’ye karşıt konumlanmış aktörlerde bir pozisyon değişikliğinin gerçekleşmesi sürpriz olmayacaktır.
Bugün AB savunmasının karşı karşıya olduğu temel zorluk, bir “Avrupa bombası”nın eksikliği değil, kaynakların ortak kullanımı, paylaşımı ve uzmanlaşma konularında koordinasyon eksikliğidir.
Geçmişte Fransa’nın “dissuasion concertée” (ortak caydırıcılık) fikri özellikle Almanya’da fazla yankı bulmamıştı. Ancak bu kez, NATO’nun hala varlığını sürdürmesine ve ABD’nin Avrupa’da 100.000 asker ile 100 taktik nükleer silaha sahip olmasına rağmen, Alman lider Friedrich Merz bu fikre sıcak bakıyor gibi görünüyor. Bu silahlar Türkiye, Almanya, İtalya, olland ave Belçika’da konuşlandırılmış durumda. ABD, askerlerini veya taktik nükleer silahlarını çekerse, Fransız (ve muhtemelen İngiliz) nükleer silahlarının tüm Avrupa’ya entegre edilmesi daha olası hale gelebilir.
İlk adım olarak, Avrupa’daki nükleer devletlerin ulusal çıkarlarının, “Avrupa çıkarları” ile örtüştüğünü beyan etmeleri gerekiyor. Bu ilke, halihazırda Lizbon Antlaşması’nda yer alıyor ve NATO’nun Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. Maddesine benzer bir ortak savunma maddesi içeriyor.
Bir diğer adım ise Fransa’nın nükleer silah taşıma kapasitesine sahip savaş uçaklarını Almanya veya Polonya’ya konuşlandırması olabilir. Son aşamada, Avrupa Savunma Birliği (EDU) kapsamında ortak bir AB nükleer caydırıcılık kapasitesi geliştirilmesi gündeme gelebilir.
Öncelikle söylenmesi gereken şey nükleer caydırıcılığın gerçekten işe yarayıp yaramadığının belirsizliği.
Ukrayna savaşında, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya’nın Ukrayna’da taktiksel bir nükleer silah kullanması durumunda Fransa’nın nükleer bir misillemede bulunmayacağını açıkça belirtmişti.
İkinci olarak, yapay zeka gibi gelişen ve yıkıcı teknolojiler ile hipersonik füzeler gibi yeni silah sistemleri, sözde nükleer istikrarı daha da zayıflatacaktır. İdeal olarak, hipersonik füzelerin kullanıldığı konvansiyonel caydırıcılık, nükleer caydırıcılığın yerini alabilir ve almalıdır, ancak bunun gerçekleşmesi için tüm nükleer güçlerin uzlaşması gerekiyor.
Üçüncü olarak, genişletilmiş nükleer caydırıcılık, yani “nükleer koruma şemsiyesi”, gerçekçiliği tartışmalı bir konsepttir. 1970’lerden itibaren Henry Kissinger, ABD’nin Avrupa’yı savunmak için nükleer silah kullanacağına dair varsayımda bulunmamak konusunda uyarmıştı. Bu noktada Fransa, ABD’nin nükleer şemsiyesi altına girmeyi reddederek 1950’lerde kendi nükleer cephaneliğini oluşturduğunu not etmek gerekir. Şimdi Fransa, nükleer caydırıcılığını Avrupa’daki müttefiklerine genişletmeyi öneriyor.
Dördüncü olarak, bir Avrupa Savunma Birliği (EDU) kurulmadığı sürece, nükleer silahları kimin kontrol edeceği sorusu cevaplanamayacak. Macron bu konuda çok net: nükleer düğmesine basacak kişinin kendisi olmasını istiyor. Bu noktada, Alman vergi mükelleflerinin savaş zamanında kontrol edemeyecekleri bir stratejik silah sistemine ortak finansman sağlamaya ne kadar istekli olacakları hususu da önem arz ediyor.
Beşinci olarak, Fransız nükleer silahlarının Avrupa güvenlik mimarisine entegrasyonu, AB’nin nükleer caydırıcılık doktrinini fiilen kabul ettiği anlamına gelir. Bu da nükleer silahların yayılmasını engelleme mücadelesini zorlaştırır. Örneğin Avrupa Birliği’nin kendisi bir nükleer cephanelik oluştururken, İran’a nükleer silah üretmemesi çağrısında bulunmasının ne kadar sürdürülebilir olduğu da ayrı bir tartışma. Ayrıca, Almanya ve Polonya’nın kendi nükleer kapasitesini geliştirmesi durumunda, Avrupa’nın nükleerleşmesi, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) ile ne derece uyumlu? Ayrıca, bu plan 2017’de yaklaşık 100 ülke tarafından imzalanan Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması’nın hem ruhuna hem de metnine aykırı.
Son olarak, AB liderlerinin Avrupa savunmasını inşa etmekten çok, Rusya ile diplomasiye odaklanması daha iyi bir seçenek gibi görünüyor.
İdeal bir barış anlaşması, Avrupa’nın ortak güvenlik mimarisini yeniden şekillendirmek yoluyla hem Rusya’yı hem de Ukrayna’yı içermeli. Bu, ya dönüştürülmüş bir NATO çerçevesinde ya da daha güçlü bir Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) kapsamında gerçekleştirilebilir. Böyle bir anlaşmaya varılırsa, Avrupa’nın savunmasını 25’ten fazla küçük ölçekli askeri güce bölmeye devam etmenin pek de mantıklı bir açıklaması kalmayacaktır. Günümüzde Avrupa’daki NATO üyesi devletler zaten yıllık 480 milyar dolar savunma harcaması yapıyor ki bu, Rusya’nın savunma harcamasından (120 milyar dolar) çok daha fazladır.
Kitle imha silahlarına yatırım yapmak yerine, AB savunmasını daha verimli hale getirmek ve Rusya’yı daha geniş bir ortak güvenlik organizasyonuna entegre etmek öncelik olmalı.
AVRUPA’NIN SİLAH İTHALATI SON 5 YILDA YÜZDE 155 ARTTI
AVRUPA’NIN SİLAH İTHALATINDA REKOR ARTIŞ
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI), alınan kararların ardından Avrupa’nın silah ithalatının 2020-2024 döneminde yüzde 155 arttığını açıkladı. Avrupalı NATO üyelerinin silah ithalatı da 2020-2024 döneminde önceki 5 yıla kıyasla yüzde 105 artarken, bu silahların yüzde 64’ü ABD tarafından sağlandı. Bu oran 2015-2019 döneminde yüzde 52 olarak kayıtlara geçmişti. Avrupa’daki en büyük ithalatçı, küresel toplam silah ithalatının yüzde 8,8’i gerçekleştiren Ukrayna oldu. Rusya ile savaşta olan ülkenin ithalatı söz konusu dönemde yaklaşık 100 kat arttı. Rusya-Ukrayna Savaşı küresel silah pazarını önemli ölçüde değiştirdi. Ukrayna için en önemli 2 ihracat ülkesi, ithal edilen malların yüzde 45’ini sağlayan ABD ve yüzde 12’sini tedarik eden Almanya oldu. ABD, 2020-2024 döneminde silah ihracatını 2015-2019 dönemine göre yüzde 21 artırarak, bu alandaki liderliğini korudu. Aynı dönemde Rusya’dan yapılan silah teslimatları ise yüzde 64 düştü. ABD, 2020-2024 döneminde 107 ülkeye silah satarken, Rusya ise 33 ülkeye önemli silahlar ihraç etti. ABD şirketlerinin 2015-2019’da yüzde 35 olan küresel silah ihracatındaki payı, 2020-2024’te yüzde 43’e yükseldi. Rus şirketlerinin küresel silah ihracatındaki pay ise yüzde 21’den yüzde 7,8’e geriledi.ABD, savaş uçakları gibi gelişmiş uzun menzilli saldırı kabiliyetleri için tercih edilen tedarikçi olmaya devam etti. Rusya, en büyük iki silah tedarikçisinden biri ünvanını yeniden Fransa’ya kaptırdı. Fransa, 2020-2024 döneminde 65 ülkeye silah sağlayarak dünyanın en büyük ikinci silah tedarikçisi oldu. Fransa, küresel silah ihracatının yüzde 7,8’ini gerçekleştirdi. ABD, AVRUPA’NIN SİLAH İTHALATININ YÜZDE 50’SİNDEN FAZLASINI KARŞILIYOR ABD, 2020-2024 döneminde Avrupa’nın silah ithalatının yüzde 50’sinden fazlasını karşılarken, İngiltere, Hollanda ve Norveç’in ABD silahlarının en büyük alıcıları arasında yer alması dikkati çekti. Yirmi yıldır ilk kez, Avrupa 2020-2024 döneminde yüzde 35 ile ABD’nin silah ihracatında en büyük payı aldı. Orta Doğu ise yüzde 33 ile ikinci sıraya geriledi. Suudi Arabistan yüzde 12 pay ile ABD silahlarının en büyük alıcısı oldu. Asya ve Okyanusya’nın silah ithalatının ise dünyanın ikinci büyük ekonomisine sahip Çin’in kendi silahlarını daha fazla üretmesi nedeniyle yüzde 21 gerilemesi de dikkati çekti. Çin, 2020-2024 döneminde küresel silah ihracatının yüzde 5,9’unu gerçekleştirerek en büyük dördüncü silah ihracatçısı oldu. Çin’in ithalatı ise son 5 yılda yüzde 64 geriledi. Orta Doğu’daki ülkelerin 2020-2024 döneminde silah ithalatı da 2015-2019 dönemine göre yüzde 20 azaldı. ALMANYA İSRAİL’İN SİLAH İTHALATININ YÜZDE 33’ÜNÜ GERÇEKLEŞTİRDİ Küresel silah ihracatındaki payı yüzde 2,6 ile komşusu Fransa’ya göre düşük olan Almanya’nın, İsrail’in silah ithalatının yüzde 33’unu gerçekleştirdiği görüldü. ABD, 2020-2024 döneminde İsrail’in silah ithalatında yüzde 66 ile en büyük payı aldı. |
ALMANYA’DA F-35 PANİĞİ Mİ BAŞLADI?
TRUMP TEK BİR HAMLESİ İLE HEPSİNİ ETKİSİZ HALE GETİREBİLİR Mİ?
Alman medyasında yer alan haberlere göre, yetkililer ABD’nin gönderdiği F-35A savaş uçaklarına ‘Kill Switch’ (kapatma anahtarı) adı verilen bir sistem entegre edeceğinden ve jetleri istediği anda devre dışı bırakabileceğinden endişe ediyor. ABD’nin gönderdiği savaş uçaklarını ‘Kill Switch’ ile istediği anda etkisiz hale getirebileceği iddiası aslında uzun süredir tartışılan bir konuydu ancak şimdiye kadar kanıtlanamadı. Ancak ABD başkanı Donald Trump’ın Ukrayna’ya askeri yardımı durdurması ve istihbarat paylaşımını kesmesi sonrası endişeler arttı. Cumartesi günü, ABD’nin tedarik ettiği F-16’ların Ukrayna’da çalışmayı bıraktığına dair haberler ortaya çıktı. Münih Güvenlik Konferansı’nın eski başkanı Wolfgang Ischinger Alman Bild gazetesine yaptığı açıklamada “ABD’nin gelecekteki Alman F-35’lerine Ukrayna’ya yaptığının aynısını yapmasından endişe ediyorsak, o zaman sözleşme iptali konusu gündeme gelebilir” dedi. Alman silah şirketi Hensoldt’un iletişim müdürü Joachim Schranzhofer ise “F-35’lerdeki kapatma anahtarı bir söylentiden daha fazlası” dedi. Telegraph gazetesinde yer alan habere göre, İsviçre Savunma Bakanlığı, ABD’nin F-35’leri etkisiz hale getirebileceği yönündeki haberleri yalanladı ve savaş jetlerinin “bağımsız olarak” kullanabileceği konusunda ısrar etti. Belçika Savunma Bakanı General Frederik Vansina da F-35’in “uzaktan kumandalı bir uçak olmadığını” belirterek söz konusu iddiaları yalanladı. Telegraph Gazetesi’nde yer alan habere göre, ABD’nin bu senaryoyu hayata geçirmesi Avrupa hava savunmasını etkisiz hale getirebilir. |
TRUMP: CANAVAR SİLAHLAR DÜNYANIN SONUNU GETİRECEK
DONALD TRUMP – FOX NEWS – 10.03.2025 Dünyanın en büyük ikinci nükleer stokundan sorumlu olan ABD Başkanı Donald Trump, Fox News’in Sunday Morning Features programına konuştu. +Nükleer silahlar için çok para harcıyoruz. +Kullanılması halinde muhtemelen dünyanın sonu olacak bir şey için bu kadar para harcamak zorunda kalmanız çok kötü. +Biden’ın yıllarca varoluşsal tehdidin iklimden kaynaklandığını söylediğini izledim. Ben “hayır” dedim. En büyük tehdit, çeşitli ülkelerdeki raflarda duran ve kilometrelerce ötede kafanızı uçurabilecek büyük canavarlar olan nükleer silahlar. İngiliz Daily Mail gazetesinde yer alan habere göre, hükümetinin resmi pozisyonunun bu olup olmadığı bilinmemekle birlikte, Trump dünyadaki nükleer silah sayısını azaltmaya istekli olduğunun sinyallerini verdi. |
4B-AVRUPA’NIN SAVUNMA İÇİN TÜRKİYE’YE İHTİYACI VAR MI?
AB, ABD ile ortaklığının zayıflamasıyla savunmasını güçlendirmek uğruna yeni arayışlar peşinde. Gündemdeki en dikkat çekici ihtimallerden biri ise güçlü ordusu ve savunma sanayiiyle Türkiye. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin Avrupa Birliği devletlerine şimdiden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la işbirliklerini artırmayı önerdiği konuşuluyor. Buna karşılık Erdoğan da “stratejik öncelik” olarak nitelendirdiği AB üyeliğinin yakın gelecekte neticelenmesinden söz ediyor. Peki tüm bunlar büyük bir anlaşmanın ayak sesleri olabilir mi?
Avrupa Birliği (AB), son yıllarda transatlantik ittifakta yaşanan zayıflamanın etkisiyle yeni savunma stratejileri arayışında. Ukrayna savaşı ve ABD’nin belirsiz politikaları, Brüksell’i kendi ayakları üzerinde durmaya zorluyor. Bu bağlamda, güçlü ordusu ve gelişmiş savunma sanayiiyle Türkiye, AB’nin gündemine yeniden güçlü bir şekilde girmiş durumda.
NATO’nun yeni Başkanı Mark Rutte’nin AB ülkelerine, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile iş birliğini artırmalarını tavsiye ettiği iddiaları, bu yeni yakınlaşmanın sinyallerini veriyor. Öte yandan, Erdoğan da AB üyeliğini “stratejik öncelik” olarak nitelendirerek, bu sürecin yakın gelecekte neticelenebileceğini söylüyor. Peki bu gelişmeler, AB ile Türkiye arasında yeni bir dönemin başladığının habercisi mi? Yoksa geçici çıkar ortaklıklarının bir yansıması mı?
AVRUPA, SAVUNMA İÇİN TÜRKİYE’YE Mİ MUHTAÇ?
Hollanda’nın önde gelen gazetelerinden De Volkskrant, Avrupa’nın uzun vadede ABD’ye mutlak güvenemeyeceğini fark ettiğini belirtiyor:
“Kısa vadede Ukrayna savaşının, uzun vadede ise ABD’nin belirsiz politikalarının etkisiyle, AB kendi savunma mimarisini oluşturmak zorunda. Türkiye ise bu konuda kritik bir rol oynayabilir. Ancak Erdoğan bu iş birliğini, AB üyeliği gibi siyasi kazanımlarla ilişkilendirecek kadar zeki. Ankara, savunma iş birliği yoluyla gümrük birliği, vize kolaylığı ve nihayetinde üyelik müzakerelerini yeniden canlandırmayı amaçlıyor. Ve mevcut ortam buna hiç olmadığı kadar elverişli.”
BİLDİK BRÜKSEL İKİYÜZLÜLÜĞÜ
Ancak Yetkin Report, Brüksel’in, Türkiye’nin askeri gücünden faydalanmak istediğini ancak tam üyeliğe hala mesafeli durduğunu vurguluyor:
“AB’nin Türkiye ile ilişkileri, ABD baskısı, Rusya tehdidi ve kendi içindeki değerler karmaşası içinde sıkışmış durumda. Brüksel, Türk ordusunun kendisini korumasını istiyor ama üyelik konusunun açılmasından dahi rahatsız oluyor. Bu tutum, AB’nin çelişkilerini ve stratejik ikiyüzlülüğünü gözler önüne seriyor.
ÖNCE DEMOKRASİYİ CİDDİYE ALIN, KAPIYI SONRA ÇALIN
Öte yandan Karar gazetesi, AB üyeliğini hala uzak bir hayal olarak görüyor:
“Avrupa, Trump tehlikesi ve ekonomik çıkmaz nedeniyle yeni bir yön arıyor. Türkiye’nin AB üyeliği, bu yeni güç dengesi için önemli bir hamle olur. Ancak bu, Avrupa’nın demokratik değerlerinden ödün vermesi anlamına gelmiyor. Ankara’nın AB hayali, ‘Avrupa’nın bize ihtiyacı var, bu yüzden bizi demokrasi, hukuk ve ifade özgürlüğü konularında sorgulamayı bıraksın’ anlayışına dayanıyor. Bu gerçekte ne kadar sürdürülebilir?”
TÜRKIYE, AVRUPA’NIN KARA İŞLERINI MI YAPACAK?
Fransa merkezli Liberal ise AB’nin, Türkiye’yi kirli işlerini yapmak için devreye soktuğu görüşünde:
“Avrupa, stratejik açmazlarını çözmek için yine Türkiye’ye yöneliyor. Demokrasi ve hukuk değerleri üzerine kurulu olduğuyla övünen Avrupa, çıkarlarına uyan her durumda bu ilkeleri bir kenara bırakıyor. Türkiye’nin, Ukrayna’ya barış gücü göndermesi, Rusya’ya karşı Avrupa’yı savunması, mültecileri kontrol altına alması gibi konular hep bu stratejinin parçası. Ancak bu bir iş birliği mi, yoksa Avrupa’nın kendi kirli işlerini Ankara’ya havale etmesi mi?”
BÜYÜK BİR ANLAŞMA MI GELİYOR?
AB ve Türkiye arasındaki mevcut gelişmeler, geçici bir siyasi manevra mı, yoksa yeni bir stratejik iş birliğinin başlangıcı mı? Avrupa, kendi güvenliği için Ankara’ya kapıları açmaya hazır mı, yoksa bu sadece bir “zor zaman dostluğu” mu? Önümüzdeki süreçte Brüksel’in Türkiye’ye yönelik tutumu ve Erdoğan’ın bu süreci nasıl yöneteceği, tüm bu soruların yanıtını belirleyecek.
REUTERS: TÜRKİYE, AVRUPA’NIN GÜVENLİK YAPISINDA KİLİT ORTAK
Reuters, Avrupa’nın güvenlik mimarisini yeniden şekillendirme çabalarına Türkiye’nin stratejik katkısını ele alan bir haber yayınladı. Yazıda, Türkiye’nin askeri gücü, diplomatik etkinliği ve Ukrayna’daki rolü vurgulanırken, Avrupa’nın Türkiye’yi vazgeçilmez bir ortak olarak gördüğü aktarıldı. +Türkiye Avrupa güvenliğinin yeniden yapılandırılmasında önemli bir potansiyel ortak. +NATO üyesi Türkiye, ittifakın ikinci büyük ordusuna sahip. Son yıllarda kendi jetlerini, tanklarını ve deniz uçaklarını üretmeye başladı. +Ukrayna dahil olmak üzere küresel çapta silahlı insansız hava araçları satıyor. Savunma sanayi ihracatı 2024’te toplam 7,1 milyar dolara ulaştı. +Türkiye ve Avrupa’nın ortak güvenlik çıkarları var. +Erdoğan ve Fidan, Türkiye olmadan Avrupa güvenliğinin mümkün olmadığını söylüyor. +Erdoğan, Savaş sırasında Zelenski ile Putin arasındaki ilişkiyi dengelemeyi başardı. +Ankara, Ukrayna barış misyonuna katkıda bulunabilir. |
FİDAN: AB ABD’NİN KORUYUCU ÇEMBERİNE GÜVENMEYİ BIRAKMALI
HAKAN FİDAN – DIŞİŞLERİ BAKANI – GRAFİK – 14.03.25 Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, tv100’de açıklamalarda bulundu. +Financial Times’a verdiğim “Cin şişeden çıktı” söylemiyle kastettiğim şuydu: ABD’nin Avrupa ile ilişkilerde Ukrayna üzerinden gündeme getirdiği bazı argümanlar, söylemler ve hareketlerine bakınca Avrupalı aktörler için geri dönülemez bir noktaya girildiğini görüyoruz. +Avrupalılar şunu görüyorlar: Uzun zamandır kendi güvenliklerini ABD’ye bağlamışlar. +Bu ABD’nin koruyucu çemberini kaldırınca her şeyin bozulacağı görülüyor zaten. +Avrupalılar ama bunu uzun yıllar kendilerinin yaptığını düşündüler. +Orta ve uzun vadede ABD’nin sağladığı kabiliyetleri kendilerinin geliştirip artık ABD’den güvenlik konusunda bir bağımlılığı azaltmaya yönelik durum başladı. +Cin şişeden çıktı, derken bunu kastettim. |
ERDOĞAN: ADİL BİR BARIŞLA SAVAŞIN SONLANMASINI İSTİYORUZ
RECEP TAYYİP ERDOĞAN – TUSK İLE BASIN TOPLANTISI – 12.03.2025 – GRAFİK Cumhurbaşkanı Erdoğan, Polonya Başbakanı Donald Tusk ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki ikili görüşmenin ardından ortak basın toplantısı düzenledi. +Türkiye ve Polonya Avrupa’nın güvenlik mimarisinin geleceğinde vazgeçilmez bir yere sahip. +Bölgemiz savaşa, çatışmaya ve gözyaşına doymuştur. +AB güç ve irtifa kaybının önüne geçmek istiyorsa bunu ancak Türkiye’nin tam üyeliğiyle başarabilir. +Her iki komşumuzun da adil bir barışla savaşı sonlandırmasını istiyoruz. +Türkiye olarak bunun için çalışmaya devam edeceğiz. |
TUSK: TÜRKİYE’NİN BARIŞ SÜRECİNDE AKTİF ROL OYNAMASINI TEKLİF ETTİM
DONALD TUSK – ERDOĞAN İLE BASIN TOPLANTISI – 12.03.2025 – GRAFİK Polonya Başbakanı Donald Tusk Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki ikili görüşmenin ardından ortak basın toplantısı düzenledi. +Türkiye ve Polonya, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ilk gününden itibaren “barış” istiyor. +Suudi Arabistan’da yapılan görüşmelerin ilk aşamasını olumlu karşılıyoruz. +Türkiye’nin bu barış sürecinin başlatılması için aktif rol oynamasını teklif ettim. |
WALL – AVRUPA’NIN GÜVENLİK GARANTİSİ TÜRKİYE Mİ?
“Avrupa’nın güvenliği sadece AB üyesi ülkelerin meselesi değildir. Avrupa’nın güvenliğine dair tüm adımlar Türkiye ile birlikte planlanmalı. Çünkü Türkiyesiz bir Avrupa güvenliği düşünülemez.” Recep Tayyip Erdoğan / Cumhurbaşkanı “Cin şişeden çıktı ve geri koymanın yolu yok. Avrupa’nın sürdürülebilir ve caydırıcı güvenlik mimarisi, ancak Türkiye’nin katılımıyla mümkündür.” Hakan Fidan / Dışişleri Bakanı “AB Liderler Zirvesi’ne Türkiye gibi Avrupalı ortaklarımızı da dahil ediyor olmamız çok güzel. Ukrayna’yı, Rusya’ya karşı yalnız bırakmayacağız. Ukrayna, Avrupa’ya güvenebilir.” Olaf Scholz / Almanya Başbakanı “Türkiye’nin NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olması ve Avrupa savunma sanayinin en iyi müşterisi olması, ortaklarımızın Yunanistan’ı ve GKRY’nin çıkarlarını göz ardı ederek neden Ankara’yı tercih ettiklerini açıklıyor.” Kaya Callas / AB’nin Dış ve Güvenlik Politikasından Sorumlu Yüksek Temsilcisi “ABD’nin Avrupa’daki boşluğunu Türkiye doldurabilir. Atina, bunun yaşanmasını engelleyemez. Avrupa güvenlik istiyorsa Türkiye’yi kabul etmeli.” Yorgos Monastiriakos / Ottawa Üniversitesi Hukuk Profesörü “Avrupa Türkiye’yi savunma ortağı olarak görüyor. Avrupa’nın güvenliği kapsamlı biçimde gözden geçirilmeli.” Kiryakos Miçotakis /Yunanistan Başbakanı |
4C-AVRUPA’DAN NEDEN NÜKLEER DEĞİŞİM SESLERİ YÜKSELİYOR?
Bugün AB savunmasının karşı karşıya olduğu temel zorluk, bir “Avrupa bombası”nın eksikliği değil, kaynakların ortak kullanımı, paylaşımı ve uzmanlaşma konularında koordinasyon eksikliğidir.
Geçmişte Fransa’nın “dissuasion concertée” (ortak caydırıcılık) fikri özellikle Almanya’da fazla yankı bulmamıştı. Ancak bu kez, NATO’nun hala varlığını sürdürmesine ve ABD’nin Avrupa’da 100.000 asker ile 100 taktik nükleer silaha sahip olmasına rağmen, Alman lider Friedrich Merz bu fikre sıcak bakıyor gibi görünüyor. Bu silahlar Türkiye, Almanya, İtalya, olland ave Belçika’da konuşlandırılmış durumda. ABD, askerlerini veya taktik nükleer silahlarını çekerse, Fransız (ve muhtemelen İngiliz) nükleer silahlarının tüm Avrupa’ya entegre edilmesi daha olası hale gelebilir.
İlk adım olarak, Avrupa’daki nükleer devletlerin ulusal çıkarlarının, “Avrupa çıkarları” ile örtüştüğünü beyan etmeleri gerekiyor. Bu ilke, halihazırda Lizbon Antlaşması’nda yer alıyor ve NATO’nun Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. Maddesine benzer bir ortak savunma maddesi içeriyor.
Bir diğer adım ise Fransa’nın nükleer silah taşıma kapasitesine sahip savaş uçaklarını Almanya veya Polonya’ya konuşlandırması olabilir. Son aşamada, Avrupa Savunma Birliği (EDU) kapsamında ortak bir AB nükleer caydırıcılık kapasitesi geliştirilmesi gündeme gelebilir.
Öncelikle söylenmesi gereken şey nükleer caydırıcılığın gerçekten işe yarayıp yaramadığının belirsizliği.
Ukrayna savaşında, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Rusya’nın Ukrayna’da taktiksel bir nükleer silah kullanması durumunda Fransa’nın nükleer bir misillemede bulunmayacağını açıkça belirtmişti.
İkinci olarak, yapay zeka gibi gelişen ve yıkıcı teknolojiler ile hipersonik füzeler gibi yeni silah sistemleri, sözde nükleer istikrarı daha da zayıflatacaktır. İdeal olarak, hipersonik füzelerin kullanıldığı konvansiyonel caydırıcılık, nükleer caydırıcılığın yerini alabilir ve almalıdır, ancak bunun gerçekleşmesi için tüm nükleer güçlerin uzlaşması gerekiyor.
Üçüncü olarak, genişletilmiş nükleer caydırıcılık, yani “nükleer koruma şemsiyesi”, gerçekçiliği tartışmalı bir konsepttir. 1970’lerden itibaren Henry Kissinger, ABD’nin Avrupa’yı savunmak için nükleer silah kullanacağına dair varsayımda bulunmamak konusunda uyarmıştı. Bu noktada Fransa, ABD’nin nükleer şemsiyesi altına girmeyi reddederek 1950’lerde kendi nükleer cephaneliğini oluşturduğunu not etmek gerekir. Şimdi Fransa, nükleer caydırıcılığını Avrupa’daki müttefiklerine genişletmeyi öneriyor.
Dördüncü olarak, bir Avrupa Savunma Birliği (EDU) kurulmadığı sürece, nükleer silahları kimin kontrol edeceği sorusu cevaplanamayacak. Macron bu konuda çok net: nükleer düğmesine basacak kişinin kendisi olmasını istiyor. Bu noktada, Alman vergi mükelleflerinin savaş zamanında kontrol edemeyecekleri bir stratejik silah sistemine ortak finansman sağlamaya ne kadar istekli olacakları hususu da önem arz ediyor.
Beşinci olarak, Fransız nükleer silahlarının Avrupa güvenlik mimarisine entegrasyonu, AB’nin nükleer caydırıcılık doktrinini fiilen kabul ettiği anlamına gelir. Bu da nükleer silahların yayılmasını engelleme mücadelesini zorlaştırır. Örneğin Avrupa Birliği’nin kendisi bir nükleer cephanelik oluştururken, İran’a nükleer silah üretmemesi çağrısında bulunmasının ne kadar sürdürülebilir olduğu da ayrı bir tartışma. Ayrıca, Almanya ve Polonya’nın kendi nükleer kapasitesini geliştirmesi durumunda, Avrupa’nın nükleerleşmesi, Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) ile ne derece uyumlu? Ayrıca, bu plan 2017’de yaklaşık 100 ülke tarafından imzalanan Nükleer Silahların Yasaklanması Antlaşması’nın hem ruhuna hem de metnine aykırı.
Son olarak, AB liderlerinin Avrupa savunmasını inşa etmekten çok, Rusya ile diplomasiye odaklanması daha iyi bir seçenek gibi görünüyor.
İdeal bir barış anlaşması, Avrupa’nın ortak güvenlik mimarisini yeniden şekillendirmek yoluyla hem Rusya’yı hem de Ukrayna’yı içermeli. Bu, ya dönüştürülmüş bir NATO çerçevesinde ya da daha güçlü bir Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) kapsamında gerçekleştirilebilir. Böyle bir anlaşmaya varılırsa, Avrupa’nın savunmasını 25’ten fazla küçük ölçekli askeri güce bölmeye devam etmenin pek de mantıklı bir açıklaması kalmayacaktır. Günümüzde Avrupa’daki NATO üyesi devletler zaten yıllık 480 milyar dolar savunma harcaması yapıyor ki bu, Rusya’nın savunma harcamasından (120 milyar dolar) çok daha fazladır.
Kitle imha silahlarına yatırım yapmak yerine, AB savunmasını daha verimli hale getirmek ve Rusya’yı daha geniş bir ortak güvenlik organizasyonuna entegre etmek öncelik olmalı.
WALL – PUTİN VE MACRON ARASINDA “NAPOLYON” TARTIŞMASI
“Avrupa’nın geleceği, Washington’da ya da Moskova’da değil, Avrupa’da belirlenmelidir. Rusya Avrupa için tehdit olmaya devam ediyor. Rusya’nın Ukrayna ile yetineceğine kim inanabilir?” Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron “Hala nasıl bittiğini unutarak Napolyon’un zamanlarına geri dönmek isteyen insanlar var. Aslında düşmanlarımızın, rakiplerimizin tüm hataları tam da genel olarak Rus insanının karakterini, Rus kültürünün temsilcilerini küçümsemekle başladı.” Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin “Tarihi yanlış yorumladığını düşünüyorum ve bu beni şaşırtıyor. Napolyon fetihler gerçekleştirdi ancak bugün Avrupa’da gördüğüm tek emperyalist güç Rusya’dır. O tarihe revizyonist ve emperyalist bir bakış açısıyla yaklaşan bir liderdir.” Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron |
MACRON: AVRUPA’YI NÜKLEER ŞEMSİYEYE ALABİLİRİZ
EMMANUEL MACRON – ULUSA SESLENİŞ – 05.03.2025 – GRAFİK Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, ABD ile Ukrayna arasında son günlerde yaşanan sert atışmaların ardından ulusa sesleniş konuşması yaptı. +ABD tarafından Ukrayna’ya savaşı kaybeden taraf rolünün benimsetilmek istenmesi kabul edilemez. +ABD yönetiminin sergilediği tavır Avrupa’yı yeni güvenlik arayışına itiyor. +Ayrıca bundan böyle Rusya uzun yıllar boyunca Avrupa güvenliğinin tehdit eden ana unsur haline gelmiştir. +Moskova’nın sergilediği saldırgan tutuma karşı Fransa elindeki nükleer silahları Avrupa güvenliğinin garantisi olarak devreye sokmaya hazır. |
PUTİN: NAPOLYON ZAMANINA DÖNMEK İSTEYENLER VAR
VLADİMİR PUTİN – TOPLANTI – 06.03.2025 – GRAFİK Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya’daki “Vatan Savunucuları Vakfı” çalışanlarıyla düzenlediği toplantıda Rus – Ukrayna savaşınının son durumunu değerlendirdi. +Hala nasıl bittiğini unutarak Napolyon’un zamanlarına geri dönmek isteyen insanlar var. +Düşmanlarımızın hataları Rus insanının karakterini, kültürünün temsilcilerini küçümsemekle başladı. +Gerçekten zaferi bekliyoruz. Barış sağlandığında evlatlarımız huzur içinde yatacak. +Ancak bizim sonuna kadar gitmemiz, kimseye boyun eğmememiz lazım. |
PESKOV: FRANSA BARIŞTAN ÇOK SAVAŞ İSTİYOR
DİMİTRİ PESKOV – 06.03.2025 – GRAFİK Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Rusya adına açıklama yaptı. +Macron’un söylediklerini barışı düşünen bir devlet lideri konuşması olarak algılamak mümkün değil. +Anlaşılan Fransa barıştan çok savaşın devamını istiyor. |
LAVROV: FRANSA RUSYA’YI RESMEN DÜŞMAN İLAN ETTİ
SERGEY LAVROV – 06.03.2025 – GRAFİK Rusya’dan Macron’a ikinci sert tepki Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’dan geldi. +Fransa Cumhurbaşkanı nükleer silah çıkışıyla resmen Rusya’yı düşman ilan etmiş oluyor. +Avrupa ülkelerinin genelkurmay başkanlarını toplantıya çağırması, İngiltere ile birlikte nükleer silahların kullanım olasılığını gündeme getirmesi Rusya’ya yönelik tehdit değil mi? +Macron son çıkışıyla zamanında Rusya ile savaşmaya can atmış Napolyon ve Hitler gibi davranıyor. |
MEDVEDEV: MICRON BÜYÜK TEHDİT DEĞİL
DİMİTRİ MEDVEDEV – 06.03.2025 Rusya’dan üçüncü ve oldukça alaycı tepki Rusya Güvenlik Konseyi Genel Sekreter Yardımcısı Dmitriy Medvedev’den geldi. Sosyal medya paylaşımında ‘Micron’ diye tiye aldı. +Merak etmeyin. Micron’un kendisi büyük tehdit değil. +O, 14 Mayıs 2027 tarihinde (bir sonraki Fransa seçimleri) sonsuza dek ortadan kaybolacak. |
+++BİLGİ NOTU+++
Avrupa Birliği’nde nükleer silah kapasitesi bulunan tek ülke olduğu bilinen Fransa’nın kısa sürede devreye sokabileceği 290 kadar operasyonel nükleer bombası bulunduğu tahmin ediliyor. |
HANGİ ÜLKELERDE NÜKLEER SİLAH VAR? – WALL
RUSYA: 5 BİN 580 ABD: 5 BİN 044 ÇİN: 500 FRANSA: 290 İNGİLTERE: 225 PAKİSTAN: 170 HİNDİSTAN: 172 İSRAİL: 90 KUZEY KORE: 50 |
5-TRUMP’IN DIŞ POLİTİKASI NEYE GÖRE ŞEKİLLENİYOR?
Temel iddiamız, Trump yönetiminin dış politika kararlarının, onu destekleyen şirketler ve çıkar gruplarının menfaatleriyle güçlü paralellik taşıdığıdır. Bu iddia, Trump’ın Kanada, Grönland ve Ukrayna politikaları üzerinden ele alınarak desteklenecektir.
Bu doğrultuda demokratik ülkelerde kritik dış politika kararlarının yönetim, elitler ve halk arasında belirli uzlaşı çerçevesinde şekillenmesi beklenir.
Her ne kadar üzerinde uzlaşılmış tek bir tanımı olmasa da ulusal çıkarı genel olarak devletin ve onu oluşturan tüm unsurların menfaatlerinin bileşkesi olarak kabul edebiliriz. Bu anlayış çerçevesinde demokratik ülkelerde dış politika yapım sürecinin belirli bir zümrenin ya da dar çıkar gruplarının menfaat hesaplarının ötesinde, devletin genel ulusal çıkarları doğrultusunda şekillenmesi beklenir.
Eğer dış politika kararları ulusal çıkarı yansıtmıyorsa, rasyonel temellere dayanmıyorsa veya yönetim, elitler ve toplumsal kesimlerin mutabakatı olmadan alınıyorsa, bu politikaların başarı şansı önemli ölçüde azalacaktır. Böyle bir durumda içeriden güçlü muhalefetin yükselmesi kaçınılmazdır. Toplum, bürokrasi veya çıkar grupları, ulusal çıkarın aleyhine olan irrasyonel politikayı desteklemeyecektir.
Trump’ın Batı müttefiki olan Grönland, Ukrayna ve Kanada ile ilgili planları, bu politikaların rasyonel temellere dayanıp dayanmadığı ve ABD’nin ulusal çıkarlarını ne ölçüde yansıttığı konusunda önemli tartışmalara yol açtı. Karar süreçlerindeki geleneksel uzlaşının yerine, iş dünyasının dış politika kararlarında belirleyici aktör haline gelmesi, bu şüpheleri daha da güçlendirdi. Buna ek olarak Elon Musk’ın kabinede ve Trump üzerindeki artan etkisi, Trump yönetiminin dış politika hedefleri konusundaki derin belirsizlikler ve soru işaretlerinin yoğunlaşmasına yol açtı.
Trump’ın dış politika söyleminde öne çıkan Kanada, Grönland ve Ukrayna’nın ortak noktası, nadir toprak elementleri bakımından zengin olmalarıdır.
Trump’ın bu 3 ülkeye yönelik özel ilgisinin ardında yalnızca klasik diplomatik veya güvenlik kaygıları değil, aynı zamanda ABD’nin küresel ekonomik ve stratejik bağımsızlığını güçlendirme çabası da yatmaktadır. Özellikle iş dünyasının ve madencilik sektörünün Trump yönetimi üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulduğunda, nadir toprak elementleri rekabetinin ABD dış politikasında giderek daha belirleyici rol oynadığı görülmektedir.
Çin’in küresel nadir toprak elementleri rezervlerinin yaklaşık yüzde 40’ına tek başına sahip olması ve bu elementlerin, “Sanayi 4.0” olarak adlandırılan dönüşüm sürecinde kritik endüstriyel girdi haline gelmesi, ABD’yi bu alanda stratejik adımlar atmaya zorlamaktadır.
Trump yönetimi, bu rekabetin içinde ABD’nin avantajını artırmak için uluslararası hukuku ve bizzat ABD’nin kurucusu olduğu normlara dayalı küresel düzeni göz ardı etme eğilimi göstermiştir.
Nadir toprak elementleri olmaksızın Musk’ın şirketlerinin küresel ölçekte Çinli rakipleri karşısında tutunabilmesi neredeyse imkansız hale geliyor. Dolayısıyla Trump yönetimini dış politikada bu kadar saldırganlaştıran ve devletlerin bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü hiçe sayma pahasına revizyonist çizgiye yönelten temel faktör, iktidar ortağı konumundaki Musk’ın çıkarlarını koruma çabası olarak yorumlanabilir.
Trump’ın her üçü de Batı müttefiki olan Kanada, Grönland ve Ukrayna üzerindeki revizyonizme varan politikası ile iktidar ortağı olarak tanımlanabilecek Musk’ın batarya ve uzay teknolojileri alanındaki büyük yatırımları arasında anlamlı bir paralellik bulunuyor.
ABD’NİN PLANLARI DÜNYANIN SEYRİNİ DEĞİŞTİRİR Mİ?
+Trump’ın Batı müttefiki olan Grönland, Ukrayna ve Kanada ile ilgili planları, önemli tartışmalara yol açtı. Bu 3 bölgenin ortak noktası nadir toprak elementleri bakımından zengin olmaları. +Trump’ın bu 3 ülkeye yönelik özel ilgisinin ardında ABD’nin küresel ekonomik ve stratejik bağımsızlığını güçlendirme çabası olduğu söyleniyor. +Özellikle iş dünyasının ve madencilik sektörünün Trump yönetimi üzerindeki etkisi göz önünde bulundurulduğunda, nadir toprak elementleri rekabeti ABD dış politikasında giderek daha belirleyici rol oynuyor. +Çin’in küresel nadir toprak elementleri rezervlerinin yaklaşık yüzde 40’ına tek başına sahip olması ve bu elementlerin, “Sanayi 4.0” olarak adlandırılan dönüşüm sürecinde kritik endüstriyel girdi haline gelmesi, ABD’yi bu alanda stratejik adımlar atmaya zorlamaktadır. +Bu durum, küresel tedarik zincirlerinde ABD’nin rekabet gücünü koruma çabasının doğal uzantısı olarak görülebilir ancak mesele nadir toprak elementlerinin yalnızca genel sanayi üretimi için değil, aynı zamanda uzay sanayii ve batarya teknolojileri gibi stratejik sektörler için vazgeçilmez kaynak olması nedeniyle daha karmaşık hal almaktadır. +Trump yönetimi, bu rekabetin içinde ABD’nin avantajını artırmak için uluslararası hukuku ve bizzat ABD’nin kurucusu olduğu normlara dayalı küresel düzeni göz ardı etme eğilimi göstermiştir. Peki, Trump’ı ve yönetimini bu noktaya iten temel faktörler nelerdir? +Bu sorunun cevabı, ABD’nin uzay ve elektrikli otomobil piyasasındaki en büyük oyuncularından biri olan Elon Musk’ta yatıyor. Nadir toprak elementleri olmaksızın Musk’ın şirketlerinin küresel ölçekte Çinli rakipleri karşısında tutunabilmesi neredeyse imkansız hale geliyor. +Dolayısıyla Trump yönetimini dış politikada bu kadar saldırganlaştıran ve devletlerin bağımsızlığı ile toprak bütünlüğünü hiçe sayma pahasına revizyonist çizgiye yönelten temel faktör, iktidar ortağı konumundaki Musk’ın çıkarlarını koruma çabası olarak yorumlanabilir. +Trump’ın her üçü de Batı müttefiki olan Kanada, Grönland ve Ukrayna üzerindeki revizyonizme varan politikası ile iktidar ortağı olarak tanımlanabilecek Musk’ın batarya ve uzay teknolojileri alanındaki büyük yatırımları arasında anlamlı bir paralellik bulunuyor. +Trump, Musk’ın çıkarlarını ABD’nin ulusal çıkarı olarak sunarak, dış politikada müttefiklerini tehdit eden, revizyonist eğilimi ABD kamuoyunda meşrulaştırıyor. +Çıkar gruplarının dış politikaya müdahalesinin meşrulaştırılmasında ise sosyal medya platformları, manipülasyon aracı olarak etkili biçimde kullanılıyor. Bu durum yalnızca dar bir çıkar grubunun ekonomik çıkarları üzerinden şekillenen dış politika yaklaşımının, geleneksel diplomatik ve stratejik normların ötesine geçtiğini ve ABD dış politikasında geleneksel aktörlerin rollerinin, bazı çıkar grupları aleyhine zayıfladığını da gösteriyor. |
6-DOĞU AKDENİZ VE EGE’DE SULAR ISINIYOR MU?
Cenevre’de Kıbrıs konulu görüşme öncesi İsrail, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bir araya gelerek Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığı ve Kuzey Kıbrıs’ın bölgedeki durumu hakkında 15 Mart 2025 günü bir araya geldiler.
17 Mart Pazartesi günü Cenevre’de BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in öncülüğünde 5+1 formatında Kuzey Kıbrıs Rum Tarafı, Güney Kıbrıs Rum tarafı ile birlikte garantör ülke olarak da Türkiye, Yunanistan, İngiltere katılım sağlayacak.
İsrail Dışişleri Bakanı Saar Kıbrıs sorununa değinerek toprak bütünlüğünü savundu ve Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgal ettiği şeklinde söylemleri ile Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki istikrarına karşı önlem almaları gerektiğini vurguladı.
Üçlü görüşme sonrasında ise ülkeler temaslarını yoğunlaştırmak ve bölgede Türkiye’ye karşı güvenlik önlemleri almanın zorunlu olduğunu ifade eden Güney Kıbrıs Dışişleri Bakanı Konstantinos Kompos Türkiye’yi hedef alarak, “Güvenlik açıklarının tek taraflı eylemleri ve üçüncü taraf çıkarlarını teşvik etmek için kullanılmasının bölgesel denge ve güvenliği zedelediği ortak pozisyonundan yola çıkıyoruz. Bu pozisyonla bitiriyoruz” dedi.
İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, “Avrupa’nın Suriye’deki azınlıkları korumada rol oynaması gerekiyor. Türkiye’nin sadece bölgedeki değil, ötesindeki politikalarına da dikkat etmesi gerekiyor” diyerek tehditkâr sözleriyle dikkat çekti.
ABD ile stratejik ortaklığı ile üçlü ittifakın bölgedeki istikrarı bakımından Türkiye’ye karşı öneminin arttığı ve üç ülkenin koordinasyonu sağlayarak hareket etmesi gerektiği konusunda anlaşmaya vardıklarını ifade etti.
Geçtiğimiz günlerde ABD Kongresi’nin alt kanadı Temsilciler Meclisi’nde Helen-İsrail İttifakı’nın öncülüğünde Türkiye’nin AB ülkesi değil Ortadoğu ülkesi olarak yeniden tanımlanmasını öngören bir yasa tasarısı sunulmuştu. Gerekçe olarak ise Doğu Akdeniz’deki anlaşmazlıklar ve Avrupa ile ilişkilerine öncelik vermediği gerekçe gösterilmişti.
7-CENEVRE’DEKİ KIBRIS GÖRÜŞMELERİ NE ANLAMA GELİYOR?
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres’in himayesinde yarın ve 18 Mart’ta düzenlenecek toplantıya Kıbrıs Türk ve Rum tarafının yanı sıra garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin temsilcileri katılacak.
Toplantının ardından Cumhurbaşkanı Tatar, BM Cenevre Ofisi’nde basın toplantısı düzenleyecek.
Taraflar arasında ortak zemin yok
Türk tarafı, özellikle Ekim 2020’de KKTC’de Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, “egemen eşitliğe ve Kıbrıs’ta iki devletin işbirliğine dayalı çözüm” tezini savunuyor.
Kıbrıs Rum kesimi yetkilileri ise daha önce uzun yıllar müzakere edilen, iki toplumlu, iki kesimli ve iki kurucu devletli federasyon modelini desteklemekte ısrarlı olduğunu bildiriyor.
Daha önce Türk tarafının iyi niyeti ve pozitif yaklaşımına rağmen birçok kez müzakere masasında bu çözüm modelini reddeden Rum kesiminin bu tutumu eleştiriliyor.
Son olarak 27-29 Nisan 2021’de Cenevre’de 5+1 formatında gerçekleştirilen gayriresmi Kıbrıs görüşmelerinde Cumhurbaşkanı Tatar, BM Genel Sekreteri’nin davet mektubunda yer alan çözüme ilişkin “yaratıcı fikirlerle gelme” çağrısını da dikkate alarak, Kıbrıs’ta kalıcı çözüm için Guterres’e 6 maddeden oluşan öneri sunmuştu.
Önerinin ilk maddesinde Kıbrıslı Türkler ve Rumların eşit uluslararası statüsünün ve egemen eşitliğinin güvence altına alındığı kararın BM Güvenlik Konseyinde (BMGK) kabul edilmesi için Genel Sekreter’e inisiyatif alma çağrısı yer alıyordu.
Ancak konferansa hazırlıksız gelen Rum tarafı, Türk tarafının yeni önerisini reddetmiş ve müzakerelerin 2017’de başarısızlıkla sonuçlanan Crans Montana’da kaldığı yerden devam etmesi yönünde çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine müzakereler, ortak zemin bulunamadığı için yeniden sonuçsuz kapanmıştı.
Kıbrıs’taki iki devletin işbirliği konusunda net olduklarını vurgulayan Tatar, enerji ve su konusu başta olmak üzere sınır kapıları ile ilgili işbirliğine hazır olduklarını dile getirmişti.
Yaklaşık 60 yıldır çözüm bulunamayan sorunları yeniden tartışmak yerine Kıbrıs Türk halkına haklarının verilmesi, doğrudan uçuş, doğrudan ticaret imkanlarının sağlanması gerektiğinin altını çizen Tatar, iki taraf arasında kazan kazan formülü ile görüşmeler yapılabileceğini söylemişti.
“Halkımızı izolasyon altında yaşamaya mahkum etmenin hiçbir gerekçesi olamaz. 60 yılı aşkın süredir Kıbrıs Türk halkı, hiç suçu olmamasına rağmen temel insan haklarından mahrum edilmektedir. Buna bir son verme zamanı gelmiştir. Cenevre toplantısında Ada’nın geleceğini konuşmaya gidiyoruz.”
BM KIBRIS KONULU TOPLANTISINDAN NE ÇIKAR?
İsviçre’nin Cenevre şehri, Kıbrıs konulu genişletilmiş formatlı gayriresmi toplantıya bir kez daha ev sahipliği yapacak. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Antonio Guterres’in himayesinde yarın ve 18 Mart’ta düzenlenecek toplantıya Kıbrıs Türk ve Rum tarafının yanı sıra garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin temsilcileri katılacak. Türk tarafı, toplantıda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Ersin Tatar ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile beraberindeki heyetler tarafından temsil edilecek. Toplantıya Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) lideri Nikos Hristodulidis, Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Gerapetritis ve Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığında Avrupa ve Kuzey Amerika’dan Sorumlu Devlet Bakanı Stephen Doughty da katılacak. Kıbrıs meselesinde ileriye dönük bir yol belirlenmesi için görüş alışverişinde bulunulması öngörülen toplantının, TSİ 16.30’da sona ermesi öngörülüyor. Toplantının ardından Cumhurbaşkanı Tatar, BM Cenevre Ofisi’nde basın toplantısı düzenleyecek. BM Genel Sekreteri’nin görüşmelerin ardından basın toplantısı düzenlemesi öngörülmüyor. |
TARAFLAR ARASINDA ORTAK ZEMİN VAR MI?
Kıbrıs’taki taraflar arasında ortak zeminin bulunmaması, Kıbrıs görüşmelerinde resmi müzakere sürecine geçilmesinin önünde engel teşkil ediyor. Türk tarafı, özellikle Ekim 2020’de KKTC’de Ersin Tatar’ın Cumhurbaşkanı seçilmesiyle, “egemen eşitliğe ve Kıbrıs’ta iki devletin işbirliğine dayalı çözüm” tezini savunuyor. Bu çerçevede Kıbrıs meselesine adil, kalıcı ve sürdürülebilir çözümün önünü açacak resmi müzakerelerin başlaması için öncelikle Kıbrıs Türklerinin egemen eşitlik ve eşit uluslararası statüsünün uluslararası toplum tarafından tescil edilmesinin gerektiği vurgulanıyor. Kıbrıs Rum kesimi yetkilileri ise daha önce uzun yıllar müzakere edilen, iki toplumlu, iki kesimli ve iki kurucu devletli federasyon modelini desteklemekte ısrarlı olduğunu bildiriyor. Daha önce Türk tarafının iyi niyeti ve pozitif yaklaşımına rağmen birçok kez müzakere masasında bu çözüm modelini reddeden Rum kesiminin bu tutumu eleştiriliyor. |
KIBRISLI RUMLAR, DAHA ÖNCE KKTC’NİN ÖNERİSİNİ REDDETMİŞTİ
Son olarak 27-29 Nisan 2021’de Cenevre’de 5+1 formatında gerçekleştirilen gayriresmi Kıbrıs görüşmelerinde Cumhurbaşkanı Tatar, Kıbrıs’ta kalıcı çözüm için Guterres’e 6 maddeden oluşan öneri sunmuştu. Önerinin ilk maddesinde Kıbrıslı Türkler ve Rumların eşit uluslararası statüsünün ve egemen eşitliğinin güvence altına alındığı kararın BM Güvenlik Konseyinde (BMGK) kabul edilmesi için Genel Sekreter’e inisiyatif alma çağrısı yer alıyordu. Ancak konferansa hazırlıksız gelen Rum tarafı, Türk tarafının yeni önerisini reddetmiş ve müzakerelerin 2017’de başarısızlıkla sonuçlanan Crans Montana’da kaldığı yerden devam etmesi yönünde çağrıda bulunmuştu. Bunun üzerine müzakereler, ortak zemin bulunamadığı için yeniden sonuçsuz kapanmıştı. |
8-ABD’NİN SOMALİ’DEN ÇEKİLME KARARI VE TÜRKİYE’NİN TUTUMU
TÜRKİYE’NİN SOMALİ’DEKİ YATIRIMLARI
Mogadişu Limanı: Albayrak Grubu, Mogadişu Limanı’nın işletmesini 20 yıllığına devralmış ve modernizasyon çalışmaları yürütmektedir. Anlaşma kapsamında, elde edilen gelirin %55’i Somali hükümetine, %45’i ise Albayrak Grubu’na tahsis edilmiştir.
Türk Hastanesi (Somali-Türkiye Recep Tayyip Erdoğan Eğitim ve Araştırma Hastanesi)
- Mogadişu’da inşa edilen bu hastane, Somali’deki en modern sağlık tesislerinden biridir. Hastane, Türkiye tarafından finanse edilmiş ve 2015 yılında hizmete açılmıştır.
- Yatırım Tutarı: Yaklaşık 65 milyon USD.
Türk Okulları ve Eğitim Projeleri
- Somali’de Türk sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumları tarafından finanse edilen okullar ve eğitim merkezleri bulunmaktadır. Bu okullar, hem akademik hem de mesleki eğitim vermektedir.
- Yatırım Tutarı: Toplamda 10-15 milyon USD civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Mogadişu Uluslararası Havalimanı: Türk şirketi Favori LLC, Mogadişu Uluslararası Havalimanı’nın işletmesini üstlenmiş ve havalimanının kapasitesini artırmak için yenileme çalışmaları yapmıştır.
Hobyo Limanı: Ankara merkezli Metag Holding, Somali’nin Hobyo şehrinde stratejik bir liman inşa etmek üzere Hobyo Yatırım Şirketi ile 70 milyon dolarlık bir anlaşma imzalamıştır. Bu liman, denize kıyısı olmayan Etiyopya’ya en yakın liman olacak ve bölgesel ticaretin gelişmesine katkı sağlayacaktır.
Hidrokarbon Arama: 2024 yılında, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) ile Somali Petrol Kurumu arasında kara hidrokarbon arama faaliyetleri için bir anlaşma imzalanmıştır. Bu kapsamda, Türkiye’nin Oruç Reis sismik araştırma gemisi, Somali açıklarında petrol ve doğalgaz arama çalışmalarına başlamıştır.
Mogadişu Büyükşehir Yolu (MBY) – 100 Milyon Dolar
Türkiye, Somali’de ulaşım altyapısını geliştirmek için Mogadişu Büyükşehir Yolu (MBY) projesini başlattı. Bu proje kapsamında:
- Toplam 480 km uzunluğunda otoyol ağı inşa edilecek.
- Mogadişu’dan Kismayo, Beledweyne ve Garowe’ye uzanan yollar genişletilecek.
- Akıllı trafik sistemleri ile donatılacak ve tamamen güneş enerjisi ile çalışacak trafik lambaları kullanılacak.
Somali Güneş Enerjisi Santralleri Projesi
- Proje Açıklaması: Somali’nin güneş enerjisi potansiyelini kullanmak amacıyla ülkenin farklı bölgelerinde 5 adet güneş enerjisi santrali kurulması planlanmaktadır. Bu santraller, ülkenin elektrik ihtiyacının %30’unu karşılayacaktır.
- Tahmini Maliyet: 180 milyon USD
Mogadişu Geri Dönüşüm ve Atık Yönetim Merkezi
- Proje Açıklaması: Mogadişu’da modern bir geri dönüşüm ve atık yönetim merkezi kurulması planlanmaktadır. Bu merkez, şehrin atık sorununu çözecek ve geri dönüştürülebilir malzemelerin ekonomiye kazandırılmasını sağlayacaktır.
- Tahmini Maliyet: 40 milyon USD
Somali Tarım ve Sulama Projesi
- Proje Açıklaması: Somali’nin tarım potansiyelini artırmak amacıyla 10.000 hektarlık tarım arazisinin modern sulama sistemleriyle donatılması planlanmaktadır. Bu proje, özellikle kurak bölgelerde tarımsal üretimi artıracaktır.
- Tahmini Maliyet: 120 milyon USD
Somali Su Arıtma ve Temiz Su Projesi
- Proje Açıklaması: Somali’nin temiz su ihtiyacını karşılamak amacıyla 10 adet modern su arıtma tesisi kurulması planlanmaktadır. Bu tesisler, özellikle kırsal bölgelerde temiz suya erişimi artıracaktır.
- Tahmini Maliyet: 50 milyon USD
1991 yılında Siad Barre rejiminin devrilmesinden sonra merkezi hükümetin çökmesi, ülkede büyük bir güç boşluğu yaratmış ve çeşitli klanlar, savaş ağaları ve radikal grupların etkisini artırmasına yol açmıştır.
2000’li yıllarda, uluslararası toplumun desteğiyle geçici hükümetler kurulmuş ancak etkin bir yönetim sağlanamamıştır. 2012 yılında Somali Federal Hükümeti’nin kurulması, ülkenin yeniden yapılandırılması açısından önemli bir adım olarak görülmüştür.
Özellikle Somaliland ve Puntland gibi bölgeler, merkezi hükümetten bağımsız hareket etmekte ve kendi siyasi düzenlerini sürdürmektedir.
Somali’de en büyük güvenlik tehdidi, El Kaide bağlantılı terör örgütü El Şebab’tır. 2006 yılından bu yana Somali’de faaliyet gösteren örgüt, hem hükümet güçlerine hem de Afrika Birliği Somali Misyonu (AMISOM) bünyesindeki barış güçlerine yönelik saldırılar düzenlemektedir.
Korsanlık, yasa dışı ticaret ve kaçakçılık gibi unsurlar, Somali ekonomisinin güvenli bir şekilde gelişmesini engelleyen faktörler arasında yer almaktadır. Buna rağmen, son yıllarda Mogadişu başta olmak üzere bazı bölgelerde ticaret ve altyapı yatırımlarında artış gözlemlenmiştir.
Türkiye, Somali’de önemli bir aktör olarak insani yardımların yanı sıra altyapı ve güvenlik iş birliği projelerine de yatırım yapmaktadır. Türkiye’nin Mogadişu Büyükelçiliği, ülkenin en büyük yabancı misyonlarından biri olarak faaliyet göstermekte ve Somali ordusunun eğitimine katkı sağlamaktadır.
11 Şubat 2025 günü ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth, Somali konusunda dünyanın merak ettiği önemli soruları yanıtladı ve Yeni Trump Hükümeti’nin Somali özelindeki Afrika politikasını da detaylı şekilde açıkladı.
ABD, 1990’lı yıllardan bu yana Somali’de aktif askeri varlık göstermiş, ancak zaman zaman stratejisini değiştirmiştir. Donald Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte, ABD’nin Somali’den çekilmesi konusu şubat ayı içerisinde yeniden tartışılmaya başlanmış ve 2025’in sonlarında Amerikan askerlerinin ülkeden çekilmesine karar verilmiştir.
Hegseth’in açıklamalarında dikkat çeken bir diğer nokta, Afrika’daki İslami örgütlerle mücadeleye devam edileceğine dair güçlü vurgudur. ABD, kıtanın dört bir yanında radikal grupların güç kazandığını ve stratejik planlar yaptığını belirterek, gerektiği durumlarda saldırılar düzenleyeceğini ifade etmiştir. Ancak bu stratejinin sahadaki Amerikan askerlerinin sayısının azaltılması anlamına gelip gelmeyeceği net değildir.
Somali’deki ABD askeri varlığının tarihine bakıldığında, 1992-1994 yılları arasında en az 42, 2007’den bugüne ise en az 6 Amerikan askeri ve istihbari personelinin hayatını kaybettiği bilinmektedir.
ABD’nin Afrika’daki askeri stratejisinin temelinde, kıtada etkinlik gösteren radikal örgütlerin ABD’ye yönelik bir tehdit oluşturmasını engellemek yatmaktadır.
Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu (AUSSOM), Somali’deki askeri varlığını 2030 yılına kadar sürdüreceğini açıklamıştır. Misyon, dört aşamalı bir süreç doğrultusunda faaliyet gösterecek olup, 2025 yılına kadar Afrika Birliği Somali Geçiş Misyonu’ndan (ATMIS) AUSSOM’a geçiş sürecini tamamlayacaktır. 2025-2027 yılları arasında ise askeri güvenliğin sağlanması, saldırı operasyonlarına destek verilmesi ve sürdürülebilirlik faaliyetlerinin desteklenmesi gibi üç temel görev üstlenecektir. 2028 yılı itibarıyla askeri gücün kademeli olarak azaltılması öngörülmekte olup, 31 Aralık 2029 itibarıyla AUSSOM’un Somali’den tamamen çekilmesi planlanmaktadır.
Afrika Birliği’nin Somali’deki askeri varlığı, tarihsel olarak Batı destekli hükümetin meşruiyetini güçlendirmek ve askeri istikrarı sağlamak amacıyla sürdürülmüştür. 2006 yılında Etiyopya’nın Somali’yi işgal etmesinin ardından Afrika Birliği, Batı’nın desteğiyle Somali’ye askeri birliklerini konuşlandırmıştır. Günümüzde AUSSOM’un faaliyetleri de başta ABD olmak üzere uluslararası güçlerce desteklenmektedir. Somali’de bulunan Afrika Birliği askerlerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan kökenli olması, bu misyonun bölgesel dinamikler üzerindeki etkileri açısından ayrıca tartışma konusu olmaktadır.
AUSSOM’un 2030 yılına kadar sürecek varlığı, Somali’de güvenliğin sağlanması açısından kritik bir unsur olarak değerlendirilse de, bu sürecin askeri bir işgal niteliği taşıdığı yönündeki eleştiriler devam etmektedir. Afrika Birliği’nin Somali’deki uzun soluklu misyonları, sadece bölgesel değil, küresel aktörlerin stratejik çıkarları doğrultusunda şekillenmekte olup, ülkedeki güvenlik dinamikleri üzerinde belirleyici bir etki yaratmaya devam etmektedir.
Somali ile Etiyopya arasındaki görüşmeler Türkiye’de devam etmektedir. Aralık 2024’te taraflar deniz alanlarının kullanımı konusunda anlaşmaya vararak Ankara Deklarasyonu’nu imzalamışlardır. Bu anlaşmanın uygulanmasına yönelik teknik görüşmelerin ilk turu kapsamında, Somali hükümetinden bir heyet Ankara’ya gitmiştir. Görüşmeler, çeşitli sektörlerde iş birliği mekanizmalarının geliştirilmesini amaçlamaktadır.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Aralık 2024’teki görüşmelerin ardından, Somali ve Etiyopya’nın Somaliland üzerindeki anlaşmazlıklarını çözmek ve Etiyopya’nın denize erişimini sağlamak amacıyla bir uzlaşmaya vardıklarını açıklamıştır. Erdoğan, bu anlaşmanın iki ülke arasında barış ve iş birliğini pekiştiren yeni bir başlangıç olmasını temenni etmiştir.
Türkiye tarafından yayımlanan anlaşma metnine göre taraflar, görüş ayrılıklarını geride bırakma ve ortak refah için işbirliği yapma konusunda uzlaşmışlardır. Bu doğrultuda, Etiyopya’nın Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemen otoritesi altında denize güvenli ve sürdürülebilir erişimini sağlamak üzere ticari düzenlemeler ve ikili anlaşmalar üzerinde çalışılması kararlaştırılmıştır.
ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM) tarafından yapılan açıklamada Somali’de Eş Şebab’a yönelik hava saldırıları düzenlendiği belirtildi. AFRICOM’un açıklamasında başkent Mogadişu’nun kuzeydoğusundaki Bulubarde bölgesinde düzenlenen hava saldırılarının Mogadişu yönetiminin talebi üzerine gerçekleştirildiği belirtildi.
AFRICOM’un açıklamasında, “ABD Afrika Komutanlığı, Somali Federal Hükümeti ve Somali Silahlı Kuvvetleri ile birlikte, El Şebab’ın ABD anavatanını, ortaklarımızı ve sivilleri tehdit eden saldırılar planlama ve gerçekleştirme kabiliyetini azaltmak için harekete geçmeye devam edecektir.” ifadeleri de yer aldı
26 Şubat 2025 günü Burundi, Afrika Birliği’nin Somali’deki askeri misyonu kapsamında konuşlandırdığı askerlerini çekmeye hazırlandığını duyurdu.
Burundi, Afrika Birliği’nin Somali’deki en aktif askeri güçlerinden biri olup, son dönemde askerlerinin haçlarla yürüyüş yapmasıyla gündeme gelmişti. Somali’de bulunan Afrika Birliği güçlerinin büyük çoğunluğunun Hristiyan askerlerden oluştuğu belirtilmektedir.
Somali, 2006 yılında Etiyopya tarafından işgal edilmiş ve ardından Batı destekli bir hükümet kurulmuştur. Bu hükümetin askeri olarak desteklenmesi amacıyla Afrika Birliği, Somali’ye asker göndermiştir. Günümüzde Somali’de görev yapan Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu (AUSSOM) bünyesindeki askerlerin dağılımı şu şekildedir:
- Uganda: 4.500
- Etiyopya: 2.500
- Cibuti: 1.520
- Kenya: 1.410
- Mısır: 1.091
- 1 Mart 2025 günü itibariyle ABD ordusu Eş-Şebab’a ait bölgeleri yoğun şekilde bombalamaya başladı fakat Eş-Şebab’ın 20 şubat 2025 itibariyle başlattığı harekat daha da genişledi ve başkent kapılarına kadar dayanmalarının önünü açtı.
Somali Ordusu, başkente yönelik saldırının hemen ardından Mogadişu’da acil durum ilan etti. Bu adım, başkentteki güvenlik tehditlerine karşı alınan ilk önlemdi ve ülke çapındaki güvenlik önlemlerinin güçlendirilmesine olanak tanıdı. Yerel güvenlik güçlerinin yanı sıra, yabancı kuruluşlar ve diplomatik birimler de alarm durumuna geçerek, güvenlik tehditlerine karşı hazırlıklı olmaya çalıştılar.
Özellikle, Mogadişu Havalimanı’na olan uçuşlar durdurulmaya başlandı. Bu adım, başkentin hava sahasında oluşan güvenlik risklerinin büyüklüğünü gözler önüne serdi. Eş-Şebab’ın başkente ilerlemesi, Mogadişu’nun etrafında büyük bir tehdit oluşturarak, bölgedeki tüm diplomatik ve ticari faaliyetlerin sekteye uğramasına neden oldu.
Son aylarda, özellikle Eş-Şebab’a ABD’nin gizli bir şekilde lojistik destek sağladığı iddiaları, terör örgütünün saldırı kapasitesini artırmış gibi görünüyor. Bu destek, Eş-Şebab’ın daha organize ve etkili saldırılar düzenlemesini mümkün kılmış olabilir. Ancak, ABD’nin bu desteğine karşın, Somali ordusu ve yerel güvenlik güçleri, başkente doğru ilerleyen terörist gruba karşı güçlü bir karşı saldırı başlattı.
Türk savunma sanayisinin uluslararası alanda büyük bir öneme sahip Bayraktar TB-2 İHA’ları da Somali ordusunun bu operasyonlarında önemli bir rol oynadı. Bayraktar TB-2, Eş-Şebab’ın Mogadişu’ya doğru ilerleyen üyelerine karşı etkili bir şekilde kullanılmak suretiyle, saldırıyı püskürtme noktasında kritik bir destek sağladı.
Eş-Şebab’ın başkentteki stratejik hedefleri ve Somali’nin içindeki güç mücadelesi, yalnızca Somali’yi değil, tüm Horn of Africa bölgesini doğrudan etkileyecek sonuçlar doğuracaktır.
ABD NEDEN SOMALİ’DEN ÇEKİLME KARARI ALDI?
Somali, uzun yıllardır iç savaş, terör ve siyasi istikrarsızlık içinde olan bir ülke olarak uluslararası gündemde yer almaktadır. ABD, 1990’lı yıllardan bu yana Somali’de aktif askeri varlık göstermiş, ancak zaman zaman stratejisini değiştirmiştir. Donald Trump’ın göreve gelmesiyle birlikte, ABD’nin Somali’den çekilmesi konusu şubat ayı içerisinde yeniden tartışılmaya başlanmış ve 2025’in sonlarında Amerikan askerlerinin ülkeden çekilmesine karar verilmiştir. ABD’nin Somali’den asker çekme kararının ardından, bölgede güvenlik boşluğunun oluştuğuna dair endişeler artmıştır. ABD’nin Afrika’daki askeri stratejisinin temelinde, kıtada etkinlik gösteren radikal örgütlerin ABD’ye yönelik bir tehdit oluşturmasını engellemek yatmaktadır. Ancak asker sayısının azaltılması veya çekilmesi, bölgedeki güvenlik dengesini etkileyebilecek kritik faktörlerden biridir. ABD’nin Somali’de nasıl bir uzun vadeli strateji izleyeceği ve gelecekte askeri varlığını nasıl şekillendireceği belirsizliğini korumaktadır. |
AFRİKA BİRLİĞİ SOMALİ’DE KALACAK MI?
15 Şubat 2025 günü ise Afrika Birliği, Somali misyonunun görevinin devam edeceğini ilan ederek bölgede Eş-Şebab kaynaklı gerginliğin tırmanmaya devam edeceğini öngörmüştür. Afrika Birliği Destek ve İstikrar Misyonu (AUSSOM), Somali’deki askeri varlığını 2030 yılına kadar sürdüreceğini açıklamıştır. Misyon, dört aşamalı bir süreç doğrultusunda faaliyet gösterecek olup, 2025 yılına kadar Afrika Birliği Somali Geçiş Misyonu’ndan (ATMIS) AUSSOM’a geçiş sürecini tamamlayacaktır. 2025-2027 yılları arasında ise askeri güvenliğin sağlanması, saldırı operasyonlarına destek verilmesi ve sürdürülebilirlik faaliyetlerinin desteklenmesi gibi üç temel görev üstlenecektir. 2028 yılı itibarıyla askeri gücün kademeli olarak azaltılması öngörülmekte olup, 31 Aralık 2029 itibarıyla AUSSOM’un Somali’den tamamen çekilmesi planlanmaktadır. AUSSOM’un 2030 yılına kadar sürecek varlığı, Somali’de güvenliğin sağlanması açısından kritik bir unsur olarak değerlendirilse de, bu sürecin askeri bir işgal niteliği taşıdığı yönündeki eleştiriler devam etmektedir. Afrika Birliği’nin Somali’deki uzun soluklu misyonları, sadece bölgesel değil, küresel aktörlerin stratejik çıkarları doğrultusunda şekillenmekte olup, ülkedeki güvenlik dinamikleri üzerinde belirleyici bir etki yaratmaya devam etmektedir. |
TÜRKİYE’NİN SOMALİ’DEKİ VARLIĞI NEDEN ÖNEMLİ?
Türkiye ise Aralık 2024’ten bu yana Somali’de oldukça önemli diplomatik hamlelere imza atarken bu hamlelerin en sonuncusu ise 17 Şubat 2025 günü Ankara’da gerçekleştirildi. Somali ile Etiyopya arasındaki görüşmeler Türkiye’de devam etmektedir. Aralık 2024’te taraflar deniz alanlarının kullanımı konusunda anlaşmaya vararak Ankara Deklarasyonu’nu imzalamışlardır. Bu anlaşmanın uygulanmasına yönelik teknik görüşmelerin ilk turu kapsamında, Somali hükümetinden bir heyet Ankara’ya gitmiştir. Görüşmeler, çeşitli sektörlerde iş birliği mekanizmalarının geliştirilmesini amaçlamaktadır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Aralık 2024’teki görüşmelerin ardından, Somali ve Etiyopya’nın Somaliland üzerindeki anlaşmazlıklarını çözmek ve Etiyopya’nın denize erişimini sağlamak amacıyla bir uzlaşmaya vardıklarını açıklamıştır. Erdoğan, bu anlaşmanın iki ülke arasında barış ve iş birliğini pekiştiren yeni bir başlangıç olmasını temenni etmiştir. Türkiye tarafından yayımlanan anlaşma metnine göre taraflar, görüş ayrılıklarını geride bırakma ve ortak refah için işbirliği yapma konusunda uzlaşmışlardır. Bu doğrultuda, Etiyopya’nın Somali Federal Cumhuriyeti’nin egemen otoritesi altında denize güvenli ve sürdürülebilir erişimini sağlamak üzere ticari düzenlemeler ve ikili anlaşmalar üzerinde çalışılması kararlaştırılmıştır. Türkiye’de gerçekleştirilen diplomatik görüşme ve bir dizi anlaşmanın ardından 20 Şubattan itibaren Eş-Şebab saldırılarını çok yoğun şekilde artırmaya başladı. |
EŞ ŞEBAB SALDIRILARINI SÜRDÜRECEK Mİ?
20 Şubat 2025 günü Somali’deki çatışma ortamı giderek şiddetlenirken, Mogadişu yönetimine ait askeri üsler eş zamanlı saldırılara hedef oldu. Sabah saatlerinde gerçekleştirilen saldırılarda dört askeri üs hedef alınırken, saldırıların sorumluluğunu Eş Şebab üstlendi. Bölge kaynakları, saldırılar sonucunda askeri üslerin ve yerleşim yerlerinin Eş Şebab kontrolüne geçtiğini bildirdi. Çatışmalarda onlarca askerin öldüğü ve yaralandığı, bazı subayların ise Eş Şebab tarafından canlı olarak ele geçirildiği aktarıldı. Ayrıca örgütün ele geçirdiği üslerde çok sayıda askeri araç, silah ve mühimmata el koyduğu ifade edildi. ABD Afrika Komutanlığı (AFRICOM) tarafından yapılan açıklamada Somali’de Eş Şebab’a yönelik hava saldırıları düzenlendiği belirtildi. AFRICOM’un açıklamasında başkent Mogadişu’nun kuzeydoğusundaki Bulubarde bölgesinde düzenlenen hava saldırılarının Mogadişu yönetiminin talebi üzerine gerçekleştirildiği belirtildi. Eş Şebab’ın hedef alındığı belirtilen saldırılarla ilgili daha fazla detay verilmedi. ABD, 2000’li yılların başından bu yana Somali’de insansız hava araçlarıyla saldırılar düzenliyor. Son dönemde artan saldırılarda çok sayıda sivil kaybı yaşandığına dair haberler geçtiğimiz dönemde kamuoyunda gündeme gelmişti. Mogadişu’daki saldırılar, Somali’nin güvenlik durumunu daha da kötüleştirirken, bölgedeki uluslararası aktörlerin dikkatini çekmeye devam etmektedir. Eş-Şebab’ın başkentteki stratejik hedefleri ve Somali’nin içindeki güç mücadelesi, yalnızca Somali’yi değil, tüm Horn of Africa bölgesini doğrudan etkileyecek sonuçlar doğuracaktır. Somali’nin başkentinde yaşanan bu olaylar, bölgesel güvenlik politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gerekliliğini bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu saldırılar, sadece Somali’nin değil, bölgedeki diğer ülkelerin de güvenlik stratejilerini etkileyecek ve özellikle küresel aktörlerin bölgedeki askeri ve diplomatik varlıklarını güçlendirmelerine neden olacaktır. |
9-NEVRUZ NEDİR? TÜRK DÜNYASI NEVRUZ’U NASIL KUTLUYOR?
Nevruz, Türk dünyasında derin tarihi ve kültürel kökleri olan, baharın gelişini simgeleyen ve doğanın yeniden uyanışını kutlayan bir bayramdır. Farsça kökenli bir kelime olan Nevruz (nev: yeni, ruz: gün) “yeni gün” anlamına gelir ve esasen gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart ekinoksuna tekabül eder. Ancak Nevruz, yalnızca astronomik bir olgu değil, aynı zamanda Türk milletinin tarih sahnesindeki köklü geçmişini, kadim geleneklerini ve kolektif hafızasını yansıtan milli bir bayram niteliği taşımaktadır.
sadece mevsimsel bir değişim değil, aynı zamanda tarihî ve destansı anlamlar içeren bir bayramdır. Türk mitolojisinde Ergenekon Destanı ile ilişkilendirilen Nevruz, Türklerin demir dağları eriterek özgürlüğüne kavuştuğu gün olarak kabul edilir. Bu yönüyle Nevruz, sadece big bahar bayramı değil, aynı zamanda milli kimliğin ve özgürlüğün simgesidir.
Osmanlı döneminde de halk tarafından kutlanan Nevruz, II. Mahmud döneminde “Nevruz-ı Sultanî” adıyla resmî törenlerle kutlanmıştır. Günümüzde Nevruz, halk arasında çeşitli şenliklerle kutlanmakta, özellikle Orta Asya geleneklerini yaşatmak amacıyla üniversiteler ve belediyeler tarafından etkinlikler düzenlenmektedir.
Azerbaycan, Nevruz’u resmî tatil olarak kutlayan ülkeler arasındadır. Buradaki Nevruz kutlamaları dört hafta öncesinden başlar ve her hafta bir doğa unsuruna (su çərşənbəsi, od çərşənbəsi, torpaq çərşənbəsi, yel çərşənbəsi) adanmıştır.
Türkçü düşünce açısından Nevruz, sadece bir bayram olmanın ötesinde, Türk milletinin kadim tarihine, birliğine ve bağımsızlık mücadelesine dair önemli bir semboldür. Türkçü ideolojide Nevruz, Türk boylarını ve topluluklarını ortak bir kültürel miras etrafında birleştiren, millî şuuru pekiştiren bir unsur olarak görülmektedir. Ergenekon Destanı ile özdeşleşen bu bayram, Türklerin esaretten kurtuluşunu ve yeni bir başlangıç yapmasını temsil ettiğinden, bağımsızlık ve milli kimlik açısından da özel bir anlam taşımaktadır.
NEVRUZ NEDEN ÖNEMLİ?
Nevruz, Türk dünyasında derin tarihi ve kültürel kökleri olan, baharın gelişini simgeleyen ve doğanın yeniden uyanışını kutlayan bir bayramdır. Farsça kökenli bir kelime olan Nevruz (nev: yeni, ruz: gün) “yeni gün” anlamına gelir ve esasen gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart ekinoksuna tekabül eder. Ancak Nevruz, yalnızca astronomik bir olgu değil, aynı zamanda Türk milletinin tarih sahnesindeki köklü geçmişini, kadim geleneklerini ve kolektif hafızasını yansıtan milli bir bayram niteliği taşımaktadır. Nevruz, Türk kültür ve mitolojisinde derin bir yere sahiptir. Orta Asya Türkleri için Nevruz, sadece mevsimsel bir değişim değil, aynı zamanda tarihî ve destansı anlamlar içeren bir bayramdır. Türk mitolojisinde Ergenekon Destanı ile ilişkilendirilen Nevruz, Türklerin demir dağları eriterek özgürlüğüne kavuştuğu gün olarak kabul edilir. Bu yönüyle Nevruz, sadece bir bahar bayramı değil, aynı zamanda milli kimliğin ve özgürlüğün simgesidir. |
TÜRKİYE’DE NEVRUZ NASIL KUTLANIYOR?
Türkiye’de Nevruz, özellikle Doğu Anadolu ve Orta Anadolu’da köklü geleneklere sahiptir. Osmanlı döneminde de halk tarafından kutlanan Nevruz, II. Mahmud döneminde “Nevruz-ı Sultanî” adıyla resmî törenlerle kutlanmıştır. Günümüzde Nevruz, halk arasında çeşitli şenliklerle kutlanmakta, özellikle Orta Asya geleneklerini yaşatmak amacıyla üniversiteler ve belediyeler tarafından etkinlikler düzenlenmektedir. Kutlamalarda yaygın olarak şu unsurlar yer almaktadır: Ateş Üzerinden Atlama: Arınma ve kötü ruhlardan korunma ritüeli olarak görülür. Demir Dövme: Türklerin demircilikle ilişkisini ve Ergenekon’dan çıkış efsanesini simgeler. Türk Kültürel Gösterileri: Halk oyunları, okçuluk, güreş ve diğer geleneksel sporlar sergilenir. |
TÜRK DÜNYASINDA NEVRUZ NASIL KUTLANIYOR?
Azerbaycan, Nevruz’u resmî tatil olarak kutlayan ülkeler arasındadır. Buradaki Nevruz kutlamaları dört hafta öncesinden başlar ve her hafta bir doğa unsuruna (su çərşənbəsi, od çərşənbəsi, torpaq çərşənbəsi, yel çərşənbəsi) adanmıştır. Bu çerçevede: Semeni (Buğday Çimi) Yeşertme: Bereket ve bolluğu simgeler. Şekerlemeler ve Yemekler: Şekerbura, pakhlava ve göyərti plovu gibi özel Nevruz yiyecekleri hazırlanır. Bayram Ateşi Yakma: Eski yıldan kalan kötü ruhların kovulmasını temsil eder. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde Nevruz, en önemli milli bayramlardan biri olarak görülmektedir. Kazakistan ve Kırgızistan’da Nevruz’da: Köpkarı (Atlı Sporlar) Yarışmaları: Geleneksel at oyunları düzenlenir. Akçağaç (Nevruz Yemeği) Hazırlama: Yedi farklı tahıl ve yemişten yapılan geleneksel bir yiyecektir. El Ele Tutuşarak Oyunlar Oynama: Toplumsal dayanışmayı pekiştiren ritüeller gerçekleştirilir. Türkmenistan’da Nevruz “Nowruz Bayramı” olarak adlandırılır ve en önemli milli bayramlardan biridir. Türkmenler: Geleneksel Nevruz Şiirleri Söyler: Nevruz’a özel maniler ve destanlar okunur. Nevruz Köçesi (Geleneksel Pazar) Kurulur: Yerel halk pazarlar düzenleyerek el emeği ürünler satar. Güreş ve At Yarışları Düzenlenir: Türkmen atları ile yarışlar yapılır. Uygur Türkleri ve Tatar Türkleri, Nevruz’u özellikle aile ve akraba ziyaretleri ile kutlar. Ayrıca: Nevruz Pilavı Pişirilir: Bereket getirdiğine inanılan özel yemekler hazırlanır. Çocuklara Hediyeler Verilir: Yeni yılın bolluk ve bereket içinde geçmesi için hediyeler dağıtılır. Türkçü düşünce açısından Nevruz, sadece bir bayram olmanın ötesinde, Türk milletinin kadim tarihine, birliğine ve bağımsızlık mücadelesine dair önemli bir semboldür. Türkçü ideolojide Nevruz, Türk boylarını ve topluluklarını ortak bir kültürel miras etrafında birleştiren, millî şuuru pekiştiren bir unsur olarak görülmektedir. Ergenekon Destanı ile özdeşleşen bu bayram, Türklerin esaretten kurtuluşunu ve yeni bir başlangıç yapmasını temsil ettiğinden, bağımsızlık ve milli kimlik açısından da özel bir anlam taşımaktadır. Bugün, Türk Dünyası’nda Nevruz’un resmi bayram olarak kabul edilmesi, Türk milletlerinin ortak kültürel bağlarını güçlendirme noktasında stratejik bir adım olarak değerlendirilmektedir. Nevruz’un coşkuyla kutlanması, Türk dünyasında ortak kimlik bilincini pekiştirmekte ve uluslararası alanda kültürel diplomasinin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Nevruz, Türk dünyasının en eski ve en köklü bayramlarından biri olarak, yalnızca bir bahar bayramı değil, aynı zamanda Türklerin tarihî hafızasının, birlik ve beraberlik ruhunun, özgürlük mücadelesinin ve kültürel devamlılığının bir simgesidir. Türk dünyasında farklı ritüellerle kutlansa da, temelinde doğanın yeniden uyanışı ve toplumun birlik içinde olmasını amaçlayan bu bayram, Türk milletinin ortak değerlerini ve tarihini yansıtan en önemli kültürel miraslardan biridir. Nevruz’un, Türk dünyasında daha büyük anlamlar taşıyan bir millî birlik ve beraberlik günü olarak kutlanması, gelecek nesillere bu mirasın aktarılması açısından büyük önem arz etmektedir. |