Doğuş Derya, Apo, 41. Yıl Kutlamaları Geçtiğimiz hafta, ülke tarihinin (KTC) belki de en tartışmalı isimlerinden biri olan, sözde milletin vekili Doğuş Derya’nın, yeni seçilen Meclis Başkanı Ziya Öztürkler’e su fırlatması, bir yandan ülke gündeminin merkezine otururken, diğer yandan bu eylem, devletin nişanesi olan Cumhuriyet Meclisi’nin itibarına ve ülke tam da çalkantılı bir dönemden geçerken siyaset kurumuna yeni bir darbe vurmuştur. Bu zatın gerekçesi ise Ziya Öztürkler’in, kendince ve bazı hukukçulara göre, Meclis’in meşru başkanı olamayacağıymış. Katıldığı bir programda eylemini meşrulaştırmaya çalışan bu hanımefendi, oturum sırasında Meclis’te çıkan tartışmaların büyümemesi ve fiili şiddetin yaşanmaması için kendini barışçıl bir eylemde bulunma zorunluluğu içinde hissettiğini açıklamış. “Özrü kabahatinden beter” sözünün bu duruma tam uyduğunu söyleyebiliriz.
Kin, Nefret ve Kışkırtma
Bakınız, hükümeti yanlışları için eleştirirsiniz; bu ayrı bir konu. Fakat Ziya Bey’in seçimi her halükarda – üç geçersiz oy olsa bile – yasaldır. Bunun için hukukçu olmaya gerek yok. Olayları doğru idrak edebilmek için sadece Cumhuriyet Meclisi İçtüzüğü’ne göz atmak yeterli olacaktır. Buna rağmen, bu hanımefendinin iddia ettiği üzere, arkadaşlarıyla fiziki şiddet çıkaracak derecede bir ortam oluşturmak ve devletin tecelli ettiği, yani milletin temsil edildiği mecliste onun başkanına su fırlatacak kadar ileri gitmek sadece seviyesizlik değil, aynı zamanda kin ve düşmanlığa – yani kışkırtmaya – teşvik etme suçudur. Bu eylemin, milletin temsil edildiği bir yerde gerçekleşmiş olması sebebiyle halkı kışkırtma olarak da değerlendirilebileceği açıktır. Üstelik, bu tür eylemler, bunların övüp bitiremediği ve mesela son eylemle de diyet borçlarını ödedikleri Batı merkezlerinde suç sayılmakta ve ayıplanmaktadır. Dolayısıyla, bunlar ne milletin vekilidir ne de eylemlerinde samimidir. Kısacası, millet ve ülke çıkarları bunların umurunda değildir. Bu nedenle de bu hanımefendi, sadece sözde milletin vekili olarak tarihe geçmiştir. Esasen, objektif bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde, suçun yalnızca bu kişilerde değil, kendilerine bir vatan, yuva, gelecek ve siyasi rütbe kazandıran KKTC ile 41 yıldır hesaplaşmalarına tolerans gösteren sistemin eksikliğinde olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, duruma göz yuman, samimi ve ülke menfaatini gözeten siyasetçilerin de sorumluluğu büyüktür. Çünkü, sadece bir örnek vermek gerekirse, “İhanet ve nefret teşvik yasası” gibi bir düzenlemenin bu ülkede halen gündeme getirilmemiş ve yürürlüğe konulmamış olması büyük bir eksikliktir. Her fırsatta KKTC’yi Batılı televizyonlara ve siyasetçilere şikâyet eden, Türkiye’yi düşman ilan ederek Mehmetçiğe dil uzatan ve PKK terör örgütüne üstü kapalı destek veren bu utanmazlar, aslında çoktan görevlerinden uzaklaştırılmış olabilirdi.
Şehitlerin Kemikleri Sızlatan Çağrı
Bunlara daha fazla yer ayırmanın israf olacağını düşünerek, hazır PKK’dan bahsetmişken Türkiye’deki son gelişmelere de değinelim. Yaklaşık bir ay önce, MHP Genel Başkanı’nın tartışmalara yol açan, sözümona “Tarihi Apo çağrısı” ülke genelinde yankı uyandırmaya devam ediyor. Kandil’in sözde yöneticileri ise PKK’nin Apo’nun olası çağrısıyla eylemlerinin sona ermeyeceğini vurgularken, bu terör örgütüne tonlarca mühimmat desteği sağlayan asıl aktörün ABD olduğunu açıkça dile getiriyor. Ne yazık ki, MHP’den yapılan bu akıl dışı çağrıyla da onlara bir gönderme yapılmıştı. Daha da acısı, bu çağrının siyasi çekişmeler uğruna gündeme getirilmiş olmasıdır. Bunu ne Türkiye ne de bu partiye gönül vermiş milyonlarca insan hak etmiştir. Bu açıklamayla adeta şehitlerin kemikleri sızlatılmıştır. Nitekim, ülkede geniş bir kesim de bu skandal açıklamaya haklı olarak sert tepki göstermiştir.
Atatürk’ün Partisi Nereye Gidiyor?
Tüm bunlar yaşanırken, CHP Genel Başkanı gibi isimler de ülkeyi PKK’ya pazarlamakta dünden hazır olduklarını, yaptıklarıyla ve her geçen gün dozunu daha da kaçıran açıklamalarıyla açıkça göstermektedir. Oysa ki, bu partinin kurucusu ve Türkiye’nin banisi Mustafa Kemal Atatürk, bu zihniyetle henüz 100 yıl önce çetin bir mücadele vermişti. Ancak, Atatürk’ün partisi bugün BOP projesine hizmet eden, hatta onun da ötesine geçerek ülkenin tamamını pazarlayan bir anlayışla hareket etmektedir. Bu nedenle, CHP artık Atatürk’ün değerlerini temsil etmekten çok uzak bir noktadadır. Yıllardır meydanı boş bulan ve özgüvenle Türkiye’ye meydan okuyan HDP, DEM ve PKK’nın şehir içindeki eşkıyaları, siyasi arenadaki son gelişmelerle artık açık açık Türkiye üzerinden hak taleplerini dillendirmeye başladılar. Örneğin, bunların propaganda medyasındaki bir sözümona gazeteci şöyle bir ifade kullanmıştı: “Doğu (Türkiye) onların, Batı hepimizin.” Açık konuşmak gerekirse, Pandora köşesinden defalarca vurguladığımız üzere, bu ahlaksızlara vatandaşlıktan çıkarılma ve göç yolu açılmadıkça ülkedeki sorunların bitmeyeceği kesindir. Üstelik, bunların sürekli mağdur edebiyatı yaparak Kürtlerin her türlü haktan yoksun olduğunu iddia etmeleri artık, tabiri caizse, kabak tadı vermeye başladı.
Doğu ve Batı Arasındaki Gerçek Mağduriyet Tablosu
Esasen PKK sorununa “Kürt sorunu vardır” diye tutturan kesime, bu bağlamda DEM’den hiçbir farkı olmayan Hüda-Par liderinin Türk bayrağına, diline ve anayasasına savaş açtığında söylediği gibi, “Ahmağa anlatır gibi” sorulması gereken bazı sorular vardır: Kürtler, Türklere veya Türkiye’de başka etnik kökenlilere göre hangi haktan yoksun bırakılmıştır? Kürtlerden cumhurbaşkanı, başbakan, MİT başkanı, milletvekili, iş insanı, sporcu, öğretmen, sanatçı gibi önemli şahsiyetlerin çıkmasına müsaade edilmemiş midir ki böyle bir ayrımcılıktan bahsedilmektedir? Yukarıda atıfta bulunduğumuz propaganda gazetecisinin teziyle, “Batı Türkiye’de birçok varlıklı ve nüfuzlu aile Kürt kökenli olduğu“ su götürmez bir gerçektir. Buna karşın, Batı’dan Doğu’ya göç eden Türklerin, kimi zaman yerel halk tarafından kabul görmekte zorlandığı da bir gerçektir. Aynı şekilde Batı’da büyük oranda herkes elektriğini ve vergisini öderken, Doğu’da kaçakçılığın hat safhada olduğu da açıktır. Hal böyleyken, Kürtlerin hangi mağduriyetinden bahsedebiliriz? Birilerine göre, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve Kürtler daima mağdur, Türkler ise her zaman suçludur. Oysa ki Türkiye’de asıl ve en büyük mağduriyeti, tüm bu haksızlıklara maruz kalan, nice şehitler veren ve Necip Fazıl’ın dediği gibi “Öz yurdunda garip” kalan Türkler ve kendini Türk olarak tanımlayanlar yaşamaktadır.
Yunanistan’dan Barışa Yönelik İlk Sinyaller
Rum demişken, en azından Rum-Yunan cephesinde olumlu gelişmeler yaşanmakta olduğunu da pozitif bir başlık olarak yazıyı bitirmeden ifade edelim. Öyle ki, bir yılı aşkın süredir Türkiye ve Yunanistan’ın pozitif gündem yaratma çabaları, son günlerde yeni meyveler vermeye başlamıştır. Daha birkaç gün önce, Yunanistan İstihbarat Ajansı (EYP), bizde her ne kadar basına yansımamış olsa da, Kıbrıs Barış Harekâtı ile ilgili arşiv belgelerini kamuoyuyla paylaşarak Ankara’ya yumuşama sinyali göndermiştir. Atina’nın bu hamlesi, Kıbrıs sorununun temelinde yatan Yunanistan destekli Kıbrıs Askeri Darbesi’nin Yunan devletinden ziyade, karanlık bir askeri diktatörlüğün ürünü olduğunu vurgulayarak, Kıbrıs konusunda bir zihniyet değişikliğine işaret etmektedir. Bu hamleyle Yunanistan, 1979’da Atina Yüksek Mahkemesi’nin verdiği kararı siyaseten de destekleyerek Barış Harekâtı’nı dolaylı olarak meşrulaştırma yönünde bir adım atmıştır. Bu gelişme, yalnızca Kıbrıs için değil, İsrail’in bölgedeki barışı bozmaya yönelik girişimlerine karşı da önemli fırsatlar sunmaktadır. Kıbrıs’ta iki devletli çözümün kabul görmeye başlamasıyla birlikte, Filistin’in meşruiyeti daha da güçlenecek ve İsrail’in 2023 olayları üzerinden geliştirdiği söylemler, üç maymunu oynamakta direnen kimi Batılı devletler nezdinde bile geçerliliğini yitirecektir. Nitekim, Avrupa Siyasi Topluluğu Zirvesi kapsamında gerçekleşen Hristodulidis-Erdoğan görüşmesi de bu bağlamda değerlendirilmelidir. Tabii ki, bu noktada uluslararası hukukta KKTC gerçeğinin bir karşılığı olmadığını ve Kıbrıs Türk toplumuna baskı yapılarak bu ülkeye istenilenlerin dikte ettirilebileceğini savunanlar olabilir. Ancak, bölgesel ve uluslararası dengelerin değişen doğası, Türkiye’nin giderek artan jeopolitik önemi ve Kosova örneği ile İsrail’in hukuk, ahlak ve vicdan dışı soykırım faaliyetlerini durduracak etkin bir küresel mekanizmanın eksikliği, bu yaklaşımların geçerliliğini yitirdiğini açıkça gözler önüne sermektedir. Son olarak, yazı boyunca dile getirilen ihanetler ve yanlışlıklar arasında en acısı, bu güzel ülkeye hizmet etmesi gereken bazı çevrelerin hâlâ ülkeyle hesaplaşmaya devam etmesidir. Fakat, bu karanlık tabloya rağmen, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin 41. kuruluş yıl dönümü, geleceğe dair inancımızı güçlendiren bir umut ışığıdır. KKTC’nin, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de tüm zorluklara karşın varlığını koruyarak haklı mücadelesini kararlılıkla sürdüreceğine olan inancım tamdır. *****
Uyuyan milletler ya ölür ya da köle olarak uyanır.
Mustafa Kemal Atatürk