Doğukan Miraç DEMİRCAN : “Demokratik Modernite” Açılımı ve Türkiye Cumhuriyeti: Üniter Yapıya Yönelik Tehditlerin Politik-Hukuki Analizi

Turk DEGS
Yazan: Turk DEGS
55 Dk. Okuma
55 Dk. Okuma

Yazan: Doğukan Miraç DEMİRCAN

“Demokratik Modernite” Açılımı ve Türkiye Cumhuriyeti: Üniter Yapıya Yönelik Tehditlerin Politik-Hukuki Analizi

  1. Giriş

Türkiye’de son yıllarda tartışılan Demokratik Modernite kavramı, özellikle terör örgütü PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın düşünceleri ekseninde şekillenen bir toplumsal-siyasal model olarak öne çıkmaktadır. Bu model, 2000 yılı aşkın bir devlet geleneğine sahip Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet yapısını, anayasal bütünlüğünü ve ulusal kimlik anlayışını doğrudan zorlayan unsurlar barındırmaktadır. Demokratik Modernite, sözde kapitalist moderniteye ve ulus-devlet paradigmasına alternatif olarak ortaya atılmış; “ulus devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm” üçlemesine karşı geliştirilmiş üç temel paradigmadan oluşmaktadır: Demokratik Ulus, Eko-Ekonomi ve Komün (Komünalite).

Bu raporda söz konusu unsurların Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneği ile nasıl çatıştığı ayrıntılı biçimde ele alınacak ve Demokratik Modernite denilen süslü ve suni idealin, Türkiye’nin üniter yapısı ve milli bütünlüğü açısından oluşturduğu tehditler kapsamlı bir politik ve hukuki analiz ışığında değerlendirilecektir.

Raporun ilk bölümlerinde Demokratik Modernite’nin ne olduğu, üç temel ayağının terörist bebek katili Öcalan tarafından nasıl tanımlandığı ve bu kavramların geleneksel Türk devlet modeliyle neden uyuşmadığı ortaya konulacaktır. Ardından, Abdullah Öcalan’ın bu sistemi inşa etme motivasyonu incelenecek; ulus ötesi bir “Kürt realitesi” yaratma ve Kürdistan hayalini enternasyonal düzleme taşıma stratejisinin Demokratik Modernite ile nasıl bağdaştığı anlatılacaktır. Takip eden bölümlerde, bu sistemin olası bir anayasal değişiklik sürecinde “Misak-ı Milli amacına hizmet ediyor” gibi görünmesine karşın uzun vadede bir kimlik erozyonu ve büyük bir parçalanma riski barındırdığı vurgulanacaktır. Özellikle Demokratik Modernite’nin öngördüğü “demokratik ulus” ve “komün” uygulamalarının, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilemez nitelikteki ilkelerine (devletin bütünlüğü, tek millet ilkesi vb.) aykırılığı irdelenecektir. Özellikle ilgili idealin, Tek Dünya Devleti ile sonuçlandırılmaya çalışılan bir neo-anarşizm temelinde devletleri yok eden, ardından da tüm insanlığı Birleşmiş Milletler benzeri bir yapı altında köleliğe tahakküm etmeyi amaçlayan sapkın bir ekzopolitik çerçeveye hizmet ettiği vurgulanacaktır.

Son olarak raporun Öneriler ve Değerlendirme bölümünde, PKK’nin radikal ve vandal geçmişinin Demokratik Modernite aracılığıyla nasıl bir hukuki zemine çekilmeye çalışıldığı ele alınacak ve bunun ülke içinde bir iç çatışma (iç savaş) riski barındırdığı ortaya konacaktır. Bu tehlikenin bertaraf edilmesi için ne tür anayasal, siyasal ve toplumsal önlemler alınabileceği somut önerilerle tartışılacaktır.

  1. Demokratik Modernite’nin Üç Temel Unsuru ve Devlet Geleneğine Etkileri

Demokratik Modernite kavramı, terörist elebaşı Abdullah Öcalan tarafından klasik moderniteye (ve onun tezahürü olan ulus-devlet sistemine) bir alternatif olarak geliştirilmiştir. Öcalan, moderniteyi “mahşerin üç atlısı” olarak nitelediği kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm öğeleri üzerinden tanımlar. Demokratik Modernite ise bu üç unsura karşılık gelen alternatif bir toplumsal modeli ifade eder: Kapitalizm yerine komün/komünalite, ulus-devlet yerine demokratik ulus ve endüstriyalizm yerine eko-ekonomi. Bu üç temel sütun birlikte Öcalan’ın sözde “özgürlükçü toplum sistemi” dediği yapıyı oluşturmaktadır. Aşağıda, her bir unsurun ne anlama geldiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yerleşik devlet anlayışıyla hangi noktalarda çatıştığı incelenmektedir.

  1. Demokratik Ulus: Ulus-Devlet Anlayışına Karşı Alternatif

“Demokratik ulus”, Öcalan’ın ulus-devlet kavramına getirdiği radikal bir karşı kavramdır. Klasik ulus-devlet, sınırları belli bir toprak üzerinde tek bir egemen ulusal kimlik ve merkezi otorite üzerine inşa edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri benimsediği ulus-devlet modeli de Kurucu Önder Gazi Mareşal Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ilkeleriyle bu hususa dayanmaktadır . Oysa Demokratik Ulus anlayışı, bir devlet aygıtına dayanmadan da ulus olmanın mümkün olduğunu, farklı etnik ve kültürel kimliklerin bir arada, eşitler olarak oluşturacağı bir ulus kavramını öne sürer. Bu anlayışa göre ulus; devletle özdeşleşen tekçi bir kimlik değil, gönüllü birlikteliklere dayanan çoğulcu bir topluluk olarak yeniden tanımlanır. Böyle tanımlansa bile uygulamada terörist bebek katili Öcalan’ın “Kürt idealini” bu maske altında enternasyonel bir zemine oturtarak Türk ulusunun ötesine, yepyeni bir ideolojinin sloganı haline getirmeye çabaladığı aşikardır. Bu sayede hem “Kürt” ismi bir aidiyet olmaktan çıkıp yeni bir ideolojinin temel unsuru haline gelecek hem de küresel çapta bir hareketin sloganı olacağına inanmaktadır. Burada aziz Türk milletinin ve devletinin bu tuzağa düşmemesi gerekmektedir. Öcalan ve diğer PKK terör örgütü mensupları, asıl hedeflerinin ayrı ulusların konfederal bir sistem içinde birlikte ve eşit biçimde demokratik bir toplum oluşturmaları olduğunu vurgulasalar bile bu hiçbir somut veya jeopolitik düzeyde inandırıcı değildir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet geleneği açısından bu fikir son derece sakıncalı ve tehditkâr görülmelidir. Zira Türkiye’nin anayasal düzeni, kadim Türk ulusunu ülkenin kurucu ve birleştirici kimliği olarak tanımlar (2000 yıllık Türk anlayışının en son tezahürü 1924’ten bugüne anayasaların değişmez hükümleri arasında “ülke ve milletin bölünmez bütünlüğü” ilkesinde yer alır). Demokratik ulus yaklaşımı ise Türk ulusu kavramını tek başına meşru bir üst kimlik olarak reddedip, yerine çoklu kimliklerin bulunduğu esnek bir “ulus” tarifi getirmektedir. Bu durum milli kimlikte erozyon riski olarak değerlendirilmelidir. Türkiye’de ulusal kimliğin etnik temelde parçalanması, uzun vadede toplumsal bütünlüğü zedeleyebilir. Nitekim akademik literatürde de özerklik ya da benzeri uygulamaların etnik-kültürel kimlikleri güçlendirerek toplumun keskin hatlarla ayrışmasına yol açabileceği ve bunun hem toplumsal bütünlüğü hem de gruplar arası eşitliği bozabileceği ifade edilmektedir. Demokratik Ulus da tam olarak bu tür bir ayrışmayı kurumsallaştırma potansiyeli taşır: Türk, Kürt, Arap, Laz vs. her grup kendini ayrı bir ulus olarak hisseder ve ortak payda zayıflar ise, ortak “Türk” bilinci çözülmeye uğrayacaktır. Bu perspektiften bakıldığında Demokratik Ulus projesi, Türkiye’nin ulus-devlet geleneğine meydan okuyan ve anayasadaki “Türk milleti” tanımını tartışmaya açan bir beka sorunudur.

  1. Komün ve Komünalite: Üniter Devlete Karşı Yerel Özyönetim

Demokratik Modernite’nin ikinci ayağı olan Komün (ya da komünalite), siyasal ve toplumsal organizasyonun en alt birimlerden başlayarak yatay biçimde örgütlenmesini öngörür. Bebek Katili Öcalan’ın ifadeleriyle, “ahlaki ve politik toplum” ya da “özgür komün” devletçi hiyerarşiye alternatif olarak sunulmaktadır. Öte yandan “ahlak” veya “özgürlük” gibi bu doktrinin temelini oluşturan temel kavramların içi doldurulmamış ve bir bebek katilinin ahlaktan bahsetmesinin anlamsızlığı ortaya çıkmıştır. Komünal yaşam, mahalle ve köy gibi en küçük yerleşim birimlerinden başlayan ve halkın doğrudan katılımına dayanan meclisler aracılığıyla kendi kendini yönetmesini hedefleyerek klasik ulus-devletin bürokratik yapısına karşı, aşağıdan yukarıya doğru işleyen bir demokratik öz-yönetim modeli oluşturulacağı söylenmektedir. Bu tam anlamıyla zamanında denenmiş komünist-sosyalist hezimetin kulağa hoş gelen bir maskesinden ibarettir. Bu modelde merkezi devlet otoritesi asgari düzeye iner ve tüm kararlar yerel komün meclislerinde alınır. Bu meclisler konfederal bağlarla daha üst düzey koordinasyon organlarını oluşturarak kati suretle Türkiye Cumhuriyeti devletini anlamsız hale getirir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter devlet geleneği ise yerel yönetimlerin merkezi otoriteye sıkı bağlarla bağlı olduğu, idari vesayet ve merkeziyetçi kontrol mekanizmalarının güçlü olduğu bir sistemi ifade eder. Üniter yapıda, ülke genelinde tek yasama ve yürütme otoritesi bulunur; yerel birimler (belediyeler, il özel idareleri vs.) ancak merkezin izin verdiği ölçüde yetki kullanabilir ve bölgesel özerkliğe yer yoktur.

Oysa Demokratik Modernite’nin komün anlayışı, Türkiye’nin merkeziyetçi yapısını kökten sarsacak bir adem-i merkeziyet (devolüsyon) içermektedir. Örneğin Demokratik Toplum Kongresi (DTK) tarafından sunulan demokratik özerklik taslağı, Türkiye’nin 20-25 bölgesel özerk bölgeye ayrılmasını ve bu bölgelerin kendi meclisleri ile yönetilmesini önermekteydi . Bu öngörü, yalnızca idari anlamda değil siyasal özerklik anlamına geliyordu: Her bölge kendi parlamentosunu seçecek, eğitim, sağlık, yerel ekonomi, kültür gibi alanlarda merkezden bağımsız yasama-yürütme yetkilerine sahip olacaktı . Böylesi bir yapılanma, fiilen bir federasyon veya konfederasyon demektir; zira merkezi hükümetin yetkileri dışişleri, savunma, maliye gibi birkaç temel alanla sınırlı kalacak, diğer tüm konular bölge inisiyatifine bırakılacaktı .

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın değiştirilemez hükümleri arasında yer alan “Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesi, ülkenin tek bir merkezi otorite tarafından yönetilmesini güvence altına alır.Demokratik Modernite’nin komünal özyönetim modeli ise bu ilkeye aykırı biçimde, yerel yönetimlerin özerkliğini en üst düzeye çıkararak ulusal ölçekte bütünlüğü zayıflatmaktadır. Terörist elebaşı Öcalan’ın konseptinde çizilen çerçeve, merkezi devletin adeta minimal bir koordinasyon rolüne indirgenip yerel komünlerin asli siyasal birimler haline gelmesidir. Bu durum, üniter devlet yapısının parçalanması riskini doğurur. Nitekim Polis Akademisi’nin bir analiz raporunda, PKK/KCK’nın demokratik konfederalizm programı çerçevesinde yasa dışı kent meclisleri kurup sivil itaatsizlik eylemleriyle üniter devlet yapısını sorgulattığı belirtilmektedir. Terör örgütü bu sayede mevcut devlet otoritesini zayıflatmayı ve kendi tabanında özyönetim fikrini meşrulaştırmayı amaçlamıştır. Hatta aynı raporda, üniter devlet yapısının parçalanması ve sözde “öz yönetim” alanlarının kurulmasında terörizmin bir araç olarak kullanıldığı açıkça vurgulanmıştır . Bu ifade, komün/özyönetim projesinin Türkiye devleti açısından ne derece tehdit edici olduğunu ortaya koymaktadır. Türkiye’nin deneyimleri de bu tehdidin pratiğe döküldüğünde iç savaşı andıran sonuçlar doğurabileceğini göstermiştir. 2015 yılında PKK çizgisindeki yerel unsurlar, Güneydoğu’daki bazı il ve ilçelerde “öz yönetim” (özyönetim) ilanları yaparak komünal özyönetimi fiilen uygulamaya kalkıştılar.

Örneğin Diyarbakır’ın Sur ilçesi, Şırnak’ın Cizre ve Silopi ilçeleri, Hakkâri’nin Yüksekova’sı gibi merkezlerde halk meclisleri devlet otoritesini tanımadıklarını, kendi kendilerini yöneteceklerini duyurdular . Bu kalkışmalara paralel olarak, devlet güçlerinin girişini engellemek amacıyla hendekler kazıldı, barikatlar kuruldu ve silahlı çatışmalar yaşandı . Neticede devlet, bu “öz yönetim” teşebbüslerini bastırmak için yoğun askeri operasyonlar düzenledi; aylar süren çatışmalar sonucunda şehirler adeta savaş alanına döndü. “Hendek Savaşları” olarak anılan bu süreçte yüzlerce güvenlik görevlisi ve sivil şehit oldu. Resmi açıklamalara göre PKK, hendek/özyönetim stratejisi sonucunda 7-8 bin civarında kayıp vermiştir. Bu acı tecrübe, komünal özyönetim hayata geçirilmeye kalktığında ortaya çıkacak manzaranın bir iç çatışma ortamı olduğunu göstermiştir.

  1. Eko-Ekonomi: Kapitalist Endüstriyalizme Karşı Komünal Ekonomi

Demokratik Modernite’nin üçüncü temel unsuru Eko-Ekonomi, PKK terör örgütü elebaşı Öcalan’ın kapitalist ekonomiye ve endüstriyalizme alternatif olarak ortaya attığı kavramdır. Bu yaklaşım, son dönemde çıkarılan İklim Yasası doğrultusunda Yeni Dünya Düzeni’nde insanları tamamıyla kontrol altına almak için uydurulan, “akıllı şehir” gibi unsurları içeren büyük bir küresel hegemonya projesidir. Öcalan, “Ekonomi kadın işidir, üretime dayalıdır. Ekonomist de bu işi yapandır” diyerek kadınlara pozitif bir görünüş vermeye çalışırken aile kavramını yok eden köhne komünist manifestodan çaldığı bir görüşü amacına kılıf yapmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kalkınma ve ekonomi anlayışı ise tarihsel olarak devletçi ve/veya serbest piyasa odaklı bir çizgide ilerlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan devletçilik politikaları ve sonrasında benimsenen karma ekonomi, 1980’lerden itibaren yerini serbest piyasa ekonomisine bırakmıştır. Terörist elebaşının getirdiği bu suni yaklaşım, merkezi yönetimin ekonomik entegrasyon yoluyla ülke çapında birlik sağlamadaki yetisini zayıflatabilir. İkincisi, eko-ekonomi, bölgesel ekonomik özerkliği çağrıştırır. Demokratik özerklik planlarında görüldüğü üzere, her bölgenin kendi ekonomik kararlarını alması (örneğin tarım politikası, yerel sanayi, ticaret) ve hatta kendi bütçesini yönetmesi öngörülmektedir . Türkiye’nin halen uyguladığı maliye politikaları ve merkezi vergi sistemi, böyle bir dağınık yapıda işlemez hale gelebilir.

Özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi gibi, maalesef PKK’nin taban bulduğu alanlarda, eko-ekonomi söylemi ile etnik talepler iç içe geçebilir. Terörist elebaşı Öcalan’ın ideolojisinde eko-ekonomi, ekolojik duyarlılığın ötesinde, kapitalist moderniteye direnmenin bir aracı olarak konumlanır. Yerel kooperatifler, öz yönetim altındaki belediyelerce kurulan ekonomik işletmeler, tarım komünleri gibi yapılar merkezi denetimden uzaklaştıkça, bu bölgelerin Ankara’dan ekonomik bağımlılığı azalacak ve kendi kendine yeterlilik iddiası artacaktır. Bu ise ekonomik açıdan da merkez-çevre bağının zayıflaması demektir. Nihayetinde siyasi bütünlüğün ekonomik bütünlükle desteklenmesi gerektiği gerçeği düşünüldüğünde, Demokratik Modernite’nin eko-ekonomi ilkesi, Türkiye’nin ulusal pazar birliğini ve merkezi ekonomi politikalarını dolaylı yoldan tehdit edebilecek bir unsurdur.

Toparlamak gerekirse, Demokratik Modernite’nin üç ana unsuru olan demokratik ulus, komün ve eko-ekonomi, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter, merkeziyetçi ve ulusal kimlik temelli devlet geleneğine kökten aykırı düşmektedir. Bu nedenle, söz konusu model Türkiye’de bazı kesimlerce haklı olarak “yeni bir Sevr planı” veya “post-modern bir bölünme senaryosu” olarak algılanmaktadır. Nasıl ki 20. yüzyıl başında Osmanlı coğrafyasında etnik temelli federatif planlar (Sevr Antlaşması gibi) ülkenin parçalanmasıyla sonuçlanacak tehlikeler olarak görülmüşse, günümüzde de Demokratik Modernite’nin çok etnisiteli ve çok merkezli yapısı benzer bir parçalanma riski barındırmaktadır. Raporun devamında, Abdullah Öcalan’ın bu sistemi kurgularken güttüğü amaçlar ve Demokratik Modernite’nin olası sonuçları daha yakından incelenecektir.

  1. Terörist Elebaşı Öcalan’ın Stratejisi: Ulus-Ötesi ‘Kürt Realitesi’ ve Enternasyonal Kürdistan Hayali

Abdullah Öcalan, PKK’yi kurduğu 1970’li yıllardan 1999’da yakalanmasına dek Marksist-Leninist ulus-devlet kurma stratejisini benimsese de özellikle hapis dönemiyle birlikte nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ideolojik bir dönüşüm geçirerek Demokratik Modernite paradigmasına yönelmiştir. Bu stratejik değişimin arkasında, Kürt sorununun ulus-devlet kalıpları içinde çözülemeyeceği, aksine ulus-ötesi bir yaklaşımla yeni bir “Kürt realitesi” inşa edilmesi gerektiği düşüncesi yatmaktadır. PKK terör örgütü elebaşı Öcalan’ın kendi değerlendirmelerine bakıldığında, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren “Kürt ve Kürdistan adına bir realite kalmamıştı” demektedir. Buna karşın çelişkili biçimde yine PKK’nin silahlı mücadelesi sayesinde bu realitenin yeniden canlandırıldığı ve Kürt halkının varlığının dost-düşman herkese kabul ettirildiği Öcalan tarafından dile getirilmektedir .

Öcalan, yeni paradigma için “Kürdistan Devriminin Yolu Manifestosu”nu geride bırakan, bölgesel ve küresel toplumu da ilgilendiren tarihsel-toplumsal bir içerik taşıyan “Demokratik Toplum Manifestosu” hazırladığını belirtmiştir . Bu manifesto, Kürt meselesini tek bir ülkenin sınırları içindeki bir ayrılıkçı sorun olmaktan çıkarıp, tüm Ortadoğu’nun ve hatta insanlığın sorununun parçası haline getirmektedir.

Bebek katili Öcalan’ın enternasyonalist Kürdistan stratejisini en net biçimde ortaya koyduğu kavram Demokratik Konfederalizmdir. Demokratik Konfederalizm, bir devlet çatı kurmadan, sınırları fiilen anlamsızlaştırarak Kürt halkının birliğini sağlamayı hedefler. Öcalan, “Kürtler kendi içinde, sınırlara dokunmadan, sınırları engel yapmadan… Kürt demokratik konfederalizmini kurabilirler. Bütün Kürdistan parçaları, sınırları bir engel değil bir köprü olarak görüp konfederalizm geliştirebilirler” diyerek dört parçadaki (Türkiye, Suriye, Irak, İran) Kürtlerin siyasi ve kültürel ilişki içinde birleşebileceğini ifade eder . Bu ifadede özellikle vurgulanan nokta, sınırları yıkmak değil, onları anlamsız kılmak hedefidir.

Yani Öcalan klasik anlamda sınır değişikliği veya toprak ilhakı peşinde olmayıp, var olan devlet sınırları içinde halkların yatay bağlarla birleşeceği bir model tasarlamıştır. Bu sayede Kürtlerin ayrı bir devlet kurma etrafındaki kanlı boğuşmaları (kendisi Filistin-İsrail çatışmasına benzetiyor) aşacağı ve “kansız Kürt demokrasisi”nin gelişebileceğini iddia etmektedir. Öcalan’a göre “ulus-devletlerin demokrasiye açık olması” ve Kürtlerin demokratik bir ulus olmalarına karışmaması halinde tüm taraflar kazançlı çıkacaktır; aksi halde çatışma kaçınılmazdır . Bu yaklaşım, Türkiye ile stratejik hedefimizin demokratik birlik temelinde buluşmak olduğunu ancak bunun mümkün olmaması durumunda Kürtlerin kendi demokratik konfederal sistemlerini bağımsızca ilan etme alternatifinin bulunduğunu PKK yönetimi tarafından da dile getirmiştir . Bu çift yönlü strateji son derece kritiktir: Bir yandan Ankara ile “demokrasi+devlet” formülünde birlikte yaşama seçeneği masaya konuluyor, öte yandan reddedildiği takdirde ayrı yola gitme tehdidi açıkça ve kahpece ortaya konuyor.

Demokratik Modernite ile yaratılmak istenen ulus-ötesi “Kürt realitesi”, aslında terörist elebaşı Öcalan’ın deyimiyle “modernite ile birlikte bitmiş bir gerçekliğin” yeniden diriltilmesidir . Türkiye Cumhuriyeti ve diğer bölge ülkeleri Kürt kimliğini inkâr edip bastırarak bir ulus inşası gerçekleştirmeye çalışmış ancak terör örgütü PKK’nın çıkışı bu durumu tersine çevirmiştir. Şimdi gelinen aşamada Öcalan, Kürt halkının statüsünü garanti altına alacak yolu, onları bir devlet içinde hapsetmek yerine tüm bölgeye yayılmış bir demokratik ulus hareketi haline getirmekte görmektedir. Bu strateji gereği, PKK kendini sadece Türkiye’deki bir örgüt olmaktan çıkarıp bir çatı organizasyon (KCK – Koma Civakên Kurdistan) altında dört ülkeye yayılan bir yapı haline dönüştürmüştür . KCK yapılanması, Türkiye, İran, Irak, Suriye Kürtlerini kapsayan; siyasi partilerden yerel meclislere, kadın ve gençlik örgütlerinden silahlı güçlere dek çok boyutlu bir konfederal örgütlenmedir . Bu yapılanmanın temel amacı, Kürtlere bulundukları her yerde öz yönetim imkânı sağlamak ve hepsini gevşek bir federasyon gibi koordine etmektir. Böylelikle, herhangi bir tek ülkenin (örneğin sadece Türkiye’nin) onayı olmasa bile, Kürt halkı fiilen kendi kendini yöneten bir milletler topluluğu olarak var olacaktır. Öcalan, bunu daha da ileri götürerek, sadece Kürtlerin değil tüm Ortadoğu halklarının benzer konfederal ağlar kurmasını önermektedir: 22 Arap devleti kendi aralarında demokratik konfederalizm kurabilir, Türk halkları kendi aralarında kurabilir, keza Filistin-İsrail sorunu da iki toplumun konfederal bir arada yaşamasıyla çözülebilir demektedir . Onun gözünde Demokratik Konfederalizm, Ortadoğu’nun ve hatta tüm dünyanın sorunlarına çare olabilecek evrensel bir modeldir. Halbuki burada arka planda yatan tehlike tüm dünyayı ilgilendirmektedir. Nihai amaç, anarşizme özendirilen sapkın bir mikro-idareciliğin alışkanlık haline getirilmesinin ardından Tek Dünya Devleti’ne evrilecek bir sürecin hızlandırılmasıdır.

Bu noktada, kendi idealinin ölü doğduğundan haberi olmayan bebek katili ve hain Öcalan’ın asıl niyetinin “Kürdistan hayalini enternasyonal düzleme taşımak” olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Bağımsız bir Kürt devleti kurma hedefi uluslararası konjonktürde gerçekleşmesi zor bir düş olarak kalmışken, Demokratik Modernite modeli ile Öcalan Kürt sorununun çözümünü enternasyonalize etmeye çalışmaktadır. Kuzey Suriye deneyimi bunun somut göstergesidir:

Suriye İç Savaşı’nın yarattığı otorite boşluğunda, PKK terör örgütü çizgisindeki PYD/YPG terör örgütü güçleri bebek katili Öcalan’ın fikirlerini pratiğe dökerek bir “Demokratik Özerk Yönetim” kurdular. Rojava’da yani Kuzey Suriye’de ilan edilen “Toplumsal Sözleşme”, ulus-devlet yerine demokratik özyönetimi temel alan anayasa benzeri bir metindir ve Kürt, Arap, Süryani vb. halkların eşitliği sloganı altında kimliksiz bir yönetim oluşturulmaya çalışılmıştır.

Bu yapı, sınır resmi olarak değişmese de Suriye’nin kuzeyinde fiili bir özerk bölge oluşturdu ve uluslararası alanda da belli ölçüde tanınırlık kazandı. İşte katil Öcalan’ın hedeflediği enternasyonal Kürdistan budur: Devletlerden bağımsız, ama onlarla çatışmadan, sınırları fiilen anlamsız kılan birleşik bir Kürt varlığı. Bu varlığın kurumsallaşması için de yeni bir enternasyonal çağrı yapılmaktadır.

Türkiye özelinde bakarsak, Öcalan’ın stratejisinin Ankara’ya iki seçenek bıraktığı söylenebilir: Ya Türkiye sapkın Kürt realitesini tanıyacak ve Demokratik Modernite çerçevesinde bir çözümü kabul edecek; ya da PKK ve diğer terör örgütleri kendi bağımsız demokratik konfederal sistemini kuracaktır . İlk bakışta “Türkiye’nin demokratikleşmesi” olumlu bir hedef gibi görünse de, burada kastedilen demokratikleşmenin Türkiye’nin üniter-ulusal karakterini kökten değiştirmek anlamına geldiği açıktır. Nitekim bir diğer bebek katili Karayılan, “Eşit olalım, Cumhuriyet’in kuruluşunda halkımızın da emeği var, kurucu bir üyedir diyoruz” derken, Kürtlerin kurucu ortak olarak tanınmasını talep etmektedir. Yine aynı bağlamda “Siz iktidar olun, biz de sizin egemenliğinizde otonom olalım demiyoruz” ifadesi, Türk tarafının egemen, Kürt tarafının tabi olduğu bir otonomiyi reddettiklerini göstermektedir. Dolayısıyla istenen model, egemenliğin paylaşılması, iktidarın desantralizasyonu ve iki ulusun ortak bir yapıda buluşmasıdır. Böyle bir dönüşümün gerçekleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine ve mevcut anayasal düzenine aykırı olduğundan başta biz olmak üzere tüm Türk halkı tarafından “bölünme” ile eşdeğer görülmektedir. Zaten bu talebin karşılanmaması halinde PKK’nin kendi çözümünü dayatacağını söylemesi de Türkiye’ye yöneltilen açık tehdit olarak değerlendirilebilir.

Bu stratejinin Türkiye açısından anlamı, ülkenin egemenlik haklarının aşındırılması ve milli birliğinin sınanması demektir. Raporun bir sonraki bölümünde, Demokratik Modernite’nin Türkiye’ye vaat ettiği görünen faydalar ile gizlediği tehlikeler karşılaştırılacak ve özellikle anayasal düzlemde ne tür riskler doğurduğu ele alınacaktır.

  1. Olası Anayasa Değişikliği, Toprak Bütünlüğü Paradoksu ve Kimlik Erozyonu

Demokratik Modernite’nin savunucuları, bu modelin benimsenmesi halinde Türkiye’nin kronik sorunlarını çözeceğini, hatta komşu bölgelerdeki Kürtlerle demokratik birlik tesis edilerek Türkiye’nin bölgesel etkisinin artacağını öne sürmektedir. Bu çağrı, yüzeysel bir bakışla Türkiye’ye toprak veya nüfuz kazandıracak bir hamle gibi sunulabilir: Örneğin Suriye’nin kuzeyindeki PYD/YPG bölgesi (Rojava) ile Türkiye’nin demokratik bir ortaklık kurması, Türkiye’nin sınırlarının ötesinde kültürel ve siyasi etki sağlaması anlamına gelebilir. Gerçekten de terör örgütü elebaşı Öcalan “Türkiye demokratik bir cumhuriyet olsun, Kürdistan Konfederalizmi ile dost olsun” derken , Türkiye’yi dışlamaktan ziyade onu da bu yeni düzene dahil etmeyi önerir gibidir. Bu yaklaşıma göre eğer Türkiye demokratik modernite ilkelerini kabul ederse, Kürtler ayrı devlet istemeyecek, tersine Türkiye ile birlikte yaşayacaktır; böylece ne toprak kaybı ne de sürekli çatışma yaşanacak, belki de Suriye ve Irak Kürtleriyle kurulan bağlar sayesinde Türkiye’nin nüfuz alanı genişleyecektir.

Ne var ki bu iyimser tablo aldatıcıdır. Zira Demokratik Modernite’nin öngördüğü birliktelik, klasik ulus-devlet mantığındaki birliktelikten temelde farklıdır. Türkiye’nin üniter devlet yapısında “birlik”, tüm vatandaşların ortak bir üst kimlik ve tek bir egemenlik altında birleşmesini ifade eder. Demokratik Modernite’nin önerdiği “demokratik birlik” ise çoklu kimliklerin gevşek konfederal bağlarla bir arada bulunmasıdır. Bu birliğin devamı, tarafların gönüllü rızasına ve eşitliğe dayandığı için, herhangi bir taraf (örneğin PKK tarafı) memnun olmadığında birliğin kopması işten bile değildir. Kısacası, Demokratik Modernite kapsamında Türkiye ile KCK arasında kurulacak bir ortaklık, anayasal sadakati ve kalıcılığı belirsiz bir ortaklıktır. Türkiye’nin mevcut anayasası, devletin tekil yapısını ve milleti tarif eden değişmez maddeleriyle, bölünmez bir bütünlük öngörmektedir. Eğer bu anayasada köklü değişikliklere gidilerek Demokratik Modernite doğrultusunda “çok halklı, çok dilli, yerinden yönetimli bir cumhuriyet” modeli kabul edilirse, bu kurucu felsefenin revizyonu anlamına gelecektir. Anayasal düzlemde düşünüldüğünde, olası değişikliklerin risklerini şöyle sıralayabiliriz:

Kurucu Madde ve Kimlik Tanımı: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 3. maddesi “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.” demektedir. Bu madde ile 66. madde (“Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür”) birlikte değerlendirildiğinde, anayasa Türk milletini tek ve bölünmez egemen kimlik olarak tanımlamaktadır. Demokratik Modernite doğrultusunda yapılacak bir değişiklik muhtemelen bu tanımı değiştirmeyi gerektirecektir (örneğin “Türk, Kürt, Laz, Çerkes tüm halklar Türkiye Cumhuriyeti’ni birlikte oluşturur” gibi bir ifade veya etnik referansı olmayan bir vatandaşlık tanımı). Bu durumda ulusal kimliğin anayasal zemini aşınacak ve Türk kimliğinin birleştirici rolü zayıflayacaktır. Kürtlerin veya diğer grupların anayasal tanınması sağlansa bile, yeni düzen ortak üst kimlik inşasını güçleştirir ve zaten VAR OLAN ÜST KİMLİĞİMİZ, YANİ TÜRKLÜK ŞEREFİNİ elimizden almaya kalkışan suni kimlikler de anayasal olarak ayrıştırılmış olur. Uzun vadede bu, özellikle genç nesiller arasında ortak milli kimlik hissiyatının erozyona uğramasına yol açabilir, zira anayasa bile artık onlara tek bir milletin parçası olduklarını söylemeyebilecektir.

Özerk Bölge Yapılanması: Anayasa değişikliği ile Türkiye’nin idari sistemi tamamen yeniden kurgulanabilir. Yukarıda bahsedilen DTK planı gibi, 20-25 bölgeden oluşan özerk yapılanma getirilirse, bu anayasal federasyon anlamına gelir. Hatta bebek katili terörist Karayılan federasyon istemediklerini söylese de fiili durum federasyona benzer olacaktır . Böyle bir durumda, anayasadaki yetki paylaşımı ve egemenlik tanımı değişecektir. Her ne kadar “sınırlar değişmiyor, ülke bölünmüyor” denilse de egemenlik paylaşılırsa ülkenin bütünlüğü zaten bölünmüş demektir. Çünkü üniter devlette egemenlik tektir ve bölünmez; federal/konfederal yapıda ise egemenlik çeşitli düzeylere dağıtılır. Bu dağılım, ilk aşamada toprak kaybı gibi görünmese de merkezi otoritenin ülkenin bir kısmı üzerindeki hakimiyetini kaybetmesi anlamına gelir. Bu da pratikte o bölgelerin kaderinin Ankara’dan ziyade kendi yerel yönetimlerinin ve belki KCK gibi yapıların elinde olmasıdır. Bir başka deyişle, hukuken toprak kaybedilmemiş gibi görünse de ülkenin bir bölümünde devlet hakimiyeti ve milli hukuk ikinci plana düşecektir. Nitekim PKK’nın hendek-barikat sürecinde yaptığı tam olarak buydu: Sur, Cizre gibi ilçelerde devlet kurumlarını “tanımadıklarını” ilan edip kendi öz yönetimlerini kurmaya kalktılar. Eğer anayasa onlara bu hakkı tanımış olsaydı, devletin tepki verme meşruiyeti de kalmazdı. Sonuçta o bölgeler Ankara’nın etkili kontrolünden çıkacaktı. Bu durum, askeri işgal olmadan da bir ülkenin parçalanabileceğini gösteren bir senaryodur.

Çapraz Konfederal Bağlar: Demokratik Modernite, sadece Türkiye içindeki yapıyı değil, komşu ülkelerle ilişkileri de alışılmış kalıpların dışına taşır. Örneğin Suriye’nin kuzeyindeki PYD ile Türkiye’nin güneydoğusundaki bölge arasında konfederal bağ kurulması gibi bir ihtimal, uluslararası hukuku ve Türkiye’nin üniterlik ilkesini zorlayan bir başka durum yaratır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre ülkenin bölünmez bütünlüğü esastır; bir parçasının yabancı bir otoriteyle (resmi devlet bile olmasa) ayrı bir siyasi bağ kurması bu bütünlüğe gölge düşürür. Kaldı ki terörist Öcalan’ın önerdiği bölgesel konfederalizm, ülke sınırlarını fiilen anlamsız kılmayı amaçlar . Diyelim ki Türkiye yeni anayasasında Kürtlerin diğer parçalardaki kardeşleriyle kültürel-siyasi ilişkisine izin veren hükümler koydu ki bu ilk aşamada jest gibi algılanabilir. Fakat orta-uzun vadede, bu Türkiye’nin egemenlik alanının komşu ülkelerin iç dinamikleriyle iç içe geçmesi ve kontrolünün zorlaşması anlamına gelecektir. Dahası, böylesi bir transnasyonel statü, yarın öbür gün bağımsız devlet talebine de dönüşebilir. Unutulmamalıdır ki, bugün dünyada birçok ayrılıkçı hareket önce özerklikle yetinip sonra bağımsızlık isteme yoluna gitmiştir. Demokratik Modernite şu an bağımsız devleti reddetse de ilerideki kuşaklar “biz zaten ayrı yaşıyoruz, neden kendi devletimiz olmasın” diyebilir. Anayasal güvence altındaki kolektif kimlik ve özyönetim hakları, bu yönde bir referandum veya benzeri girişimlere bile zemin hazırlayabilir.

Ordunun ve Güvenliğin Yerelleşmesi: Üniter devletlerde silahlı kuvvetler ve güvenlik güçleri tektir ve merkezi otoriteye bağlıdır. Demokratik Modernite ise öz savunma kavramını ortaya atar; nitekim özyönetim ilanları sırasında “öz savunma gücümüzü oluşturacağız” denmiş, fiilen de genç militanlar terör örgütü mensubiyetini üstlerine alarak asayiş rolüne soyunmuştur . Anayasal reform ile yerel yönetimlerin kendi polis gücü veya güvenlik mekanizması kurması gündeme gelirse (her ne kadar bu resmen dillendirilmese de pratikte istenen budur), Türkiye’nin milli ordusu ve polisi o bölgelerde etkisiz kalacaktır. Bu da güvenlik açısından büyük risk teşkil eder. Örneğin Irak anayasasıyla tanınan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kendi Peşmerge gücünün olması, merkezi hükümetle sorunlara yol açmaktadır. Türkiye’de de benzer bir ikili düzen, farklı silahlı güçlerin potansiyel çatışmasına ve egemenlik boşluklarına yol açabilir ki bu iç savaşa davetiye çıkarır.

Aile Yapısına Müdahale ve Kadın Hakları: Demokratik Modernite kapsamında kadınların “sözde” kurtuluşu en temel amaçlardan biridir. Terörist elebaşı Öcalan, aile kurumunu ataerkil sömürü mekanizması olarak görür ve “aileyi kadına karşı bir savaş yürüten” mikro-devlet olarak tanımlar. Kadın hareketi kuruluşlarıyla kadınların karar alma organlarına katılımı, geleneksel aile modelinin çözülmesi için araçsallaştırılmıştır. Örneğin gerilla hareketinde tek başına yaşama (evlenmeme) ve kadın meclisleri gibi uygulamalar, klasik aile yapısını ikame edecek toplumsal modeller öngörür. Bu sapkın ve tarih sahnesinde örümcek ağı bağlamış stratejiler, bir yandan kadın hakları söylemiyle aile üzerindeki kültürel normları kırmayı amaçlarken, diğer yandan da “komünleşme” adı altında aile yerine toplum içinde farklı kurumların ikame edilmesini öngörmektedir. Demokratik Modernite savunucularına göre aile, kadının emeğinin sömürüldüğü yerdir ve dönüştürülmesi gereken bir kurumdur. Bu ise, resmi söylemlerle açıklanan “kadın özgürleşmesi” hedefinin, geleneksel aile yapısına fiili müdahale içerdiği açıkça bellidir.

Küresel Yapılar ve “Tek Dünya Devleti” İddiaları: Terörist elebaşı Öcalan, Demokratik Modernite’yi yalnızca Kürt sorunu bağlamında değil, küresel bir dönüşüm aracı olarak sunar. Kendisini Ortadoğu ve dünya halklarına “hediye” ettiği düşünülen bu model, “ulus-devletin tıkanmasında yol açıcı” bir çözüm olarak tanıtılır. Bu evrenselciliği sapkın “Tek Dünya Devleti” veya yeni dünya düzeni teorileriyle ilişkilidir. Öcalan’ın ifadeleri, demokratik konfederalizmi tüm halklara mal ettiği ve sınırları aşıp “dünyayı kapsayan” bir vizyon teklif ettiği izlenimi vermektedir. Eleştirmenler, bu söylemleri “uluslararası yapılarla işbirliği içinde olma” ve ulus-devlet egemenliğini erozyona uğratma girişimi olarak değerlendirirler. Gerçekten de Öcalan demokrasiyi devletin ötesine taşıyıp çok merkezli bir dünya toplumu vizyonu çizmekte, bu da birçok kişi tarafından küresel bir “yeni düzen” veya bir dünya hükümeti tahayyülüne kapı aralayan bir adım olarak algılanmaktadır.

Yukarıda sayılanlar, Demokratik Modernite’nin vaat ettiği demokratikleşme programının aslında Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve milli birliğini uzun vadede ne denli tehdit edeceğini ortaya koymaktadır. Evet, bu program doğrudan “Türkiye bölünsün” dememekte, hatta tersine “birlikte yaşayalım” demektedir; ancak birlikte yaşamanın koşulu olarak öne sürdüğü formül, devletin kendi asli özelliklerinden vazgeçmesini şart koşmaktadır. Bu da bir bakıma “devletin intiharı” anlamına gelebilir. Demokratik Modernite destekçileri her ne kadar herkesin kazanacağını öne sürse de gerçek hayatta etnik ve mezhepsel rekabet tetiklenebilir.

Bir bölgede Kürtlere tanınan statü, diğer bölgede başka bir grubun (örneğin Lazların, Alevilerin) taleplerini alevlendirebilir. Sonuçta ülke birbiri ardına özerklik taleplerinin geldiği, merkezi bağların iyice çözüldüğü bir kaosa sürüklenebilir.

Tam da bu nedenlerle, Türkiye’de güvenlik ve devlet politikaları açısından Demokratik Modernite ve benzeri projeler bir beka sorunu olarak değerlendirilmektedir. Polis Akademisi raporunda belirtildiği üzere, PKK/PYD’nin demokratik konfederalizm stratejisinin günümüzde toplumsal bütünlüğe yönelik ciddi tehdit oluşturduğu ve terör eylemlerinin üniter yapıyı parçalama amacına matuf olduğu ifade edilir . Burada kullanılan “sözde öz yönetim alanları” tabiri, devletin bu girişimleri asla meşru görmeyeceğinin altını çizer. Türk devlet aklı, PKK’nin silahlı mücadeleden sonuç alamayınca bu kez siyasi ve hukuki alanda taleplerini kabul ettirme yoluna gittiğini, ancak esasında hedefin değişmediğini düşündüğü umulmaktadır. Hedef, önce özerklik, sonra bağımsızlık şeklinde özetlenebilecek bir aşamalı stratejidir.

Nihai tahlilde, Demokratik Modernite yoluyla önerilen anayasal ve idari değişimler, kısa vadede çatışmasızlık veya bölgesel nüfuz artışı gibi bazı kazanımlar sunsa bile, uzun vadede Türkiye’yi bir arada tutan harcı zayıflatacaktır. Milli kimliğin ortak payda olmaktan çıkması, devlet otoritesinin lokalize olması ve etnik grupların ayrı siyasi statülere sahip hale gelmesi, kaçınılmaz olarak bir kopuş riskini beraberinde getirir. Yugoslavya örneği, Sovyetler Birliği örneği veya hatta İspanya’da Katalonya’nın durumu incelendiğinde, benzer dinamiklerin hep bağımsızlık referandumları veya iç gerilimlerle sonuçlandığı görülür. Türkiye’nin bu yola girmesi, ileride bir Kürt devletinin fiilen ortaya çıkmasıyla neticelenebilir; zira Türkiye’den kopmasa bile Suriye’den kopan bir parça ile birleşen Güneydoğu, fiilen ayrı bir bütün oluşturabilir.

Bu bölümde tartışılanlar ışığında, Demokratik Modernite’nin Türkiye’ye yönelik tehdidi açıkça ortaya konulmuştur: Bu sistem, Türkiye’ye yeni toprak veya güç kazandırmak şöyle dursun, mevcut topraklarının ve millet yapısının bile elden gitmesine yol açabilecek bir Pandora’nın kutusudur. Türkiye’yi yönetenlerin bu gerçeği iyi değerlendirmesi ve kısa vadeli barış ümidiyle uzun vadeli çözülmeye kapı aralamaması hayati önem taşımaktadır.

  • PKK’nin Radikal Geçmişinden Demokratik Modernite’ye: Hukuki Zemin ve İç Savaş Riski

PKK, 1978’deki kuruluşundan bu yana şiddeti bir mücadele yöntemi olarak benimseyen, onbinlerce can kaybına yol açan eylemler gerçekleştirmiş bir terör örgütüdür. Örgüt geçmişte askeri birliklere, polis karakollarına, köylere, şehirlere sayısız saldırı düzenlemiş; sivil halktan da çok sayıda can almıştır. Bu radikal, kanlı ve vandal geçmişe rağmen Demokratik Modernite ve onun siyasal-taktik uzantıları altında PKK’nın bu geçmişini bir kenara bırakarak onu adeta “yasal bir dönüşüm”e uğratmayı amaçlamak sadece bir hayalden ibarettir.

Başka bir deyişle, silahlı mücadelenin doğrudan yapamadığını, ideolojik ve hukuki alanda mevzi kazanarak dolaylı yoldan yapmak planlanmaktadır. Bu çerçevede PKK, kendisini “sona erdirmiş” gibi gösterip mücadeleyi hukuki zemine kaydırma stratejisi izlemiştir. Görünürde bu, örgütün terörden vazgeçip barışçıl siyasete katılması anlamına gelir ve olumlu karşılanabilir. Ancak satır aralarında mücadelenin başka biçimde süreceği sinyali vardır: Terörist başı Öcalan, boşalan alanın “Barış ve Demokratik Toplum Programı” ve “demokratik siyaset stratejisi” ile doldurulacağını belirtir.

Gerçekten de özellikle 2000’lerin ikinci yarısından itibaren PKK çizgisindeki hareket, bir yandan silahlı güçlerini sınır ötesine kaydırırken (veya Suriye’de farklı isimle yapılandırırken), diğer yandan Türkiye içinde siyasi ve sivil toplum alanında örgütlendi. Demokratik Toplum Partisi (DTP), Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) ve nihayet Halkların Demokratik Partisi (HDP) gibi partiler, PKK’nin legal siyasetteki temsilcisi olarak faaliyet gösterdiler. Bu partiler, demokratik özerklik tezlerini parti programlarına kadar yansıttılar. Nitekim DTP’nin 2008’de yayınladığı demokratik özerklik broşürü, Türkiye’nin özerk bölgelere ayrılmasından yerel parlamento fikrine dek pek çok unsuru içeriyordu. Aynı şekilde Demokratik Toplum Kongresi (DTK) adlı sivil oluşum, fiilen bir “Kürt kurucu meclisi” gibi çalışarak özerklik bildirgeleri yayımladı. Tüm bu çabalar, PKK’nin ideolojisini hukuki ve siyasal alanda meşrulaştırma amacına matuftu.

Öte yandan, PKK şiddetten tamamen vazgeçmiş de değildi. 2013-2015 Çözüm Süreci sırasında çatışmalar durmuşsa da örgüt silahlı unsurlarını “beklemede” tuttu; süreç çökünce de şehir savaşları ve bombalı saldırılar geri döndü. Buradan çıkan ders şudur: PKK, legal zemin ile illegal mücadeleyi birbirini tamamlayıcı olarak kullanmaktadır. Demokratik Modernite söylemi, örgütün illegal faaliyetlerini maskeleyen, onlara teorik bir haklılık zemini oluşturan bir perde işlevi görür. Mesela örgüt 2015’te hendek eylemlerine giriştiğinde, bunu “halkın öz yönetim talebi” diye lanse etti. KCK açıklamalarında, devletin baskısına karşı halkın demokratik öz savunma hakkını kullandığı iddia edildi. Yani vandallık ve şiddet, bir “hukuk mücadelesi” gibi sunulmaya çalışıldı. Bu durum oldukça tehlikelidir; zira terör eylemleri normalde hukukun konusu (suç) iken, örgüt bunu hukukun öznesi (hak) haline getirmeye çabalamaktadır. Demokratik Modernite, PKK’nin geçmişte silahla elde etmeyi amaçladığı siyasi hedefleri, şimdi hukuki-siyasi reform talepleri kılığında öne sürmesine fırsat tanır.

Bunun en somut örneği, öz yönetim ilanlarının hukukileştirilme çabasıdır. Özyönetim ilan eden belediye eşbaşkanları veya halk meclisi üyeleri, yakalandıklarında yargılanıp ağır cezalara çarptırıldılar (birçok ilçe eşbaşkanı hakkında ağırlaştırılmış müebbet istemiyle davalar açıldı). Ancak HDP camiası ve uluslararası bazı çevreler, bu kişileri “demokrasi kahramanı” olarak göstermeye çalıştı ve öz yönetim taleplerini meşru demokratik istekler diye savundu. Eğer Demokratik Modernite’nin prensipleri devlet eliyle kabul edilirse belki de bu kişiler suçlu değil kahraman addedilecekler. Hukukun algısı, güç dengelerine göre değişebilecektir. Nitekim terörist başı Öcalan’ın yazılarında “komünün özgürlüğünü savunacağız, bu ahlaki-politik bir şeydir, hukuki bile değil; ama belediye kanununda yer bulmasını isteyeceğiz” sözleri geçer. Bu ifade, devlet hukukunun komün lehine değiştirilmesini talep etmek anlamına gelir.

Komünler belediye kanununda yer alsın, yani mahalle meclisleri yasal statüye kavuşsun istemektedirler. Böyle bir durumda, PKK’nin KCK adı altında kurduğu mahalle komiteleri, anayasaya aykırı yeraltı yapılar olmaktan çıkıp meşru idari birimler haline gelecektir. Böylece PKK’nin kurduğu illegal düzen, hukuka uygun hale getirilmiş olacaktır. Özetle, Demokratik Modernite, PKK’nin devlete karşı yürüttüğü mücadelenin eline anayasal ve yasal araçlar verme projesidir denebilir.

Bu durumun doğuracağı en büyük tehlikelerden biri, iç savaş riskidir. Çünkü bir yanda PKK ideolojisi hukuken zemin kazandıkça, diğer yanda buna direnç gösteren kesimlerin tepkisi de büyüyecektir.

Türkiye toplumunda hatırı sayılır bir milliyetçi-mukaddesatçı kesim, Kürt özerkliği fikrine şiddetle karşıdır. PKK’nin geçmişte yaptıkları da zihinlerde tazedir. Şimdi onların legal bir statü elde etmesi veya ortak iktidar konumuna gelmesi, bu geniş kitlede ciddi bir öfke ve huzursuzluk yaratacaktır. En basitinden, yakınlarını PKK terörüne kurban vermiş insanlar, katillerinin affedildiğini ve üstüne bir de ödüllendirildiğini düşünebilirler. Toplum psikolojisi bu denli zorlandığında, linç girişimleri, silahlanmalar gibi kaotik durumlar tetiklenebilir. Devlet mekanizması içinde de bölünme riski vardır:

Emniyet, ordu, yargı gibi kurumlardaki görevlilerin bir kısmı “devletimizin bölünmesine ortak olmayız” diyerek ya pasif direnişe geçebilir ya da radikal uçlara kayabilir. 15 Temmuz darbe girişimi gibi olayların travması düşünüldüğünde, Türkiye’nin bir de etnik bir iç çatışmaya sürüklenmesi ihtimali güvenlik bürokrasisini tedirgin etmektedir.

PKK cenahı “iç savaş” kelimesini telaffuz etmese de, hendek olayları sırasında aslında lokalize bir iç savaş provası yaptığını söylemek yanlış olmaz. Kırsal alandaki çatışmaları şehir merkezlerine taşıması, sivilleri hendek kazmaya teşvik etmesi, devleti sivillere karşı operasyon yapmak zorunda bırakması, bir şehir gerillası stratejisiydi ve nihayetinde toplumun bir kesimini diğer kesimine (güvenlik güçleri de halkın içinden sonuçta) kırdırmaya yönelikti. Devlet bu kalkışmayı bastırabildi ama eğer güçsüz kalsaydı manzara Suriye’den farksız olabilirdi. PKK 2015’teki “hendek savaşları”nda istediğini elde edemeyip binlerce militan kaybedince, terörü metropollere taşıma ve aynı anda tekrar “çözüm istiyoruz” diyerek masada yer kapma taktiğine girişmiştir . Bu ikircikli tavır, silahlı ve siyasal mücadeleyi iç içe kullanmanın ifadesidir.

Dolayısıyla, Demokratik Modernite’nin hukukileşmesi senaryosunda PKK’nin eski alışkanlıklarını tamamen bırakacağının garantisi yoktur. Aksine, hukuki imkanlar sağlanınca bunları azami derecede kendi lehine kullanıp, olmadığı yerde yeniden şiddete başvurma ihtimali yüksektir. Örneğin anayasa değişti, özerklik verildi diyelim fakat PKK yine de daha fazlasını istedi veya bir noktada merkezi hükümetle anlaşmazlığa düştü. O zaman yine silaha sarılmayacağının garantisi bulunmamaktadır. Hatta o noktada, özerk yönetiminin gücüne dayanarak çok daha geniş çaplı bir isyan çıkarabilir. Bu kez karşısında eskisi gibi her yerde hakim devlet güçleri de olmayabilir, çünkü bölgenin kontrolü kısmen kendisindedir. İşte bu, tam anlamıyla bir iç savaş senaryosudur: Devlet içinde devlet veya devlet içinde isyan.

Bir diğer risk unsuru da PKK’nin Suriye ve Irak’taki uzantılarıyla bağlantılıdır. Türkiye içinde demokratik özerklik kazanılırsa, Suriye’nin kuzeyindeki yapı da bundan cesaret alıp resmen ayrılma yoluna gidebilir. Hâlihazırda Suriye’de PKK/PYD’nin kontrol ettiği bölgeler “Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi” adıyla anılıyor ve yarı-devlet şeklinde işliyor. Türkiye bu yapıyı terör tehdidi olarak görüyor ve sınır ötesi harekatlarla baskılıyor. Fakat bir yandan kendi içinde benzer bir yapıyı tanırsa, Suriye’deki oluşuma karşı eli zayıflar. Belki de Ankara ile anlaşamayan PYD, doğrudan bağımsızlık veya farklı bir ittifaka girer. Böylece Türkiye sınırlarında fiilen düşman bir oluşum belirebilir. Bu da iç barışı bozar; ülke içinde bu politikalara tepki gösteren kesimler “iktidar ülkeyi böldü, sınırlarımızda ikinci bir terör devleti kuruldu” diyerek isyan edebilir.

Tüm bu olasılıklar göz önüne alındığında, Demokratik Modernite’nin hukuki zemine çekilmesi Türkiye’de istikrar getirmek şöyle dursun, çok daha büyük altüst oluşlara gebe olacaktır. Bunun önüne geçebilmek için, şimdiden güçlü önlemler almak, proaktif davranmak gerekmektedir. Son bölümde, Türkiye’nin bu tehdit karşısında alabileceği anayasal, siyasal ve toplumsal önlemler üzerinde durulacaktır.

  • Öneriler ve Değerlendirme: Milli Birliğin Korunması İçin Alınması Gereken Önlemler

Yukarıdaki analizler ışığında, Demokratik Modernite sisteminin Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik ciddi bir tehdit olduğu sonucuna varılmıştır. Bu tehdidin bertaraf edilmesi ve ülkenin iç savaş benzeri kaoslara sürüklenmemesi için, kapsamlı bir önlemler paketi hayata geçirilmelidir. Bu önlemler hukuki/anayasal düzenlemelerden başlayıp, siyasi ve toplumsal düzeyde adımlarla desteklenmelidir. Aşağıda, bu önlemler alt başlıklar halinde detaylandırılmıştır:

  1. Anayasal ve Hukuki Önlemler

Değiştirilemez Hükümlerin Korunması ve Güçlendirilmesi: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç ilkeleri ile ilk üç maddesi (Cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü, resmi dil vb.) üniter yapı ve milli kimlik bakımından teminat niteliğindedir. Bu hükümlerin değiştirilmesine yönelik her türlü girişim kesin bir biçimde reddedilmelidir. Özellikle “ülkenin bölünmez bütünlüğü” ve “milletin birliği” kavramları tartışmaya açılmamalıdır. Gerekirse, ileride yeni bir anayasa yapma girişimi olursa, bu ilkeleri pekiştiren ifadeler eklenebilir. Örneğin, “Hiçbir kişi veya topluluk, mahalli veya etnik temelde özerklik iddiasıyla ayrı bir yönetim kuramaz” şeklinde bir madde anayasal güvenceye dönüştürülebilir. Böyle bir ek, Demokratik Modernite tarzı konfederal niyetlerin önünü baştan kesmeye yarayacaktır.

Yerel Yönetimler Çerçeve Yasasının Yeniden Düzenlenmesi: Mevcut yasal sistemde, belediyeler ve il özel idareleri belirli özerkliklere sahip ancak merkezi denetime tabidir. 2012’de çıkarılan Büyükşehir Yasası ile bazı yetkiler yerelleşmişse de, gelinen noktada PKK iltisaklı belediyelerin bunu suistimal ettiği görülmüştür (örneğin belediyelerin iş makinelerinin hendek kazmada kullanılması, kaynakların dağa aktarılması gibi). Bu nedenle yerel yönetimlere dair yasal çerçeve, bir yandan denetimi arttıracak, diğer yandan kötüye kullanımı zorlaştıracak şekilde revize edilmelidir. Belediyelerin merkezi idare tarafından denetimi sıkılaştırılabilir, gerektiğinde kayyım atanması mekanizması işlemiştir ve işlemeye devam etmelidir. Elbette ideal olan seçilmişlerin görevde kalmasıdır ancak terörle bağlantılı faaliyetin görüldüğü yerde idari tedbir zaruridir. Bu uygulama da yasal olarak netleştirilmelidir ki, iç ve dış çevrelerce “demokrasiye aykırı” diye eleştirilemesin. Örneğin, “Terör örgütü ile irtibatı tespit edilen belediye yöneticilerinin görevine yargı kararıyla son verilir ve yerine merkezi idare tarafından atama yapılır” hükmü açıkça yasada yer alabilir.

Siyasi Partiler Yasası ve Terör İltisakı: Siyasi Partiler Kanunu’nda, etnik temelde parti kurulması zaten yasaktır; ayrıca Anayasa’nın 68. maddesi de bölücülüğü yasaklar. Buna rağmen PKK çizgisindeki partiler, yasal boşluklardan yararlanarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu nedenle, siyasi partilerin terör örgütleriyle organik bağ kurmasını önleyici daha net hükümler eklenmelidir. Mesela parti yöneticilerinin terör örgütüyle irtibatının yargı kararıyla tespiti halinde partinin kendiliğinden kapatılacağı, parti üyelerinin de belli süre siyaset yasağı alacağı kuralı konulabilir. Ayrıca TBMM İçtüzüğü ve milletvekili yeminine uygun olarak, milletvekillerinin de bu bağlamda daha sıkı denetlenmesi sağlanmalıdır. Dokunulmazlık, terör propagandası veya desteği durumunda hızla kaldırılabilmeli, yargı süreçleri etkin işletilmelidir. 2016 yılında dokunulmazlıklar kaldırılarak bu yönde bir adım atılmıştı; benzeri adımlar gerekirse tekrarlanmalıdır.

Terörle Mücadele Yasası’nın Etkin Uygulanması: Demokratik Modernite’nin unsurları, doğrudan şiddet içermediği iddiasıyla legalize edilmeye çalışılıyor. Ancak unutulmamalı ki terör tanımı sadece silahlı eylemi değil, amaç ve yöntem bakımından ülke bütünlüğüne kasteden her türlü faaliyeti içerir. Terörle Mücadele Kanunu’nda yapılacak bir düzenlemeyle, “ülkenin bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya yönelik fiiller sadece silahlı yöntemle değil, sivil itaatsizlik, yasadışı meclis kurma vb. yöntemlerle yapılsa dahi terör suçu kapsamına girer” şeklinde bir hüküm eklenebilir. Böylelikle, örneğin KCK’nın şehir meclisleri kurması veya öz yönetim ilanı, hukuk dışı yollarla amaç hasıl etmeye girdiği için terör faaliyeti sayılabilecektir. Yargıtay’ın da bu konuda içtihat geliştirmesi teşvik edilmelidir.

Uluslararası Hukuki Girişimler: PKK’nin Suriye kolu PYD/YPG, uluslararası alanda meşruiyet kazanmaya çalışıyor. Türkiye ise bunu engelleme gayretinde. Bu doğrultuda Ankara, uluslararası antlaşmalara ve ikili anlaşmalara Demokratik Modernite tarzı girişimleri reddeden hükümler koydurabilir. Örneğin Suriye ile ileride yapılacak olası bir işbirliği anlaşmasında “taraflar birbirinin toprak bütünlüğünü etnik veya dini gerekçelerle hedef alan yapı veya girişimleri desteklemeyecek” maddesi yer alabilir. Keza Avrupa Konseyi yerel yönetimler özerklik şartı gibi belgelere Türkiye çekince koymaya devam etmeli, bu çekinceleri kaldırması yönündeki baskılara direnmelidir.

  1. Siyasal ve İdari Önlemler

Terörle Mücadelede Kararlılık ve Tutarlılık: Siyasi iktidarların, terörle mücadeleyi tavizsiz sürdürmesi esastır. PKK’nin yeniden silahlı eylemlere yönelmesi durumunda anında ve sert karşılık verileceği konusunda tereddüt oluşmamalıdır. 2015’teki hendek olaylarında devlet kararlı bir duruş sergileyerek kamu düzenini tesis etmiştir; benzeri bir kalkışma ihtimaline karşı emniyet ve TSK her zaman hazırlıklı olmalıdır. Kırsalda yürütülen operasyonlar, sınır ötesindeki harekatlar (Pençe serisi gibi) kesintisiz devam etmelidir ki örgüt Türkiye içine sızıp alan kontrolü sağlamaya cüret edemesin.

Milli Birlik Siyaseti: İktidar ve ana muhalefet başta olmak üzere, TBMM’deki partiler milli konularda ortak bir duruş sergilemelidir. Üniter yapıyı ve ulusal bütünlüğü ilgilendiren meselelerde (terörle mücadele, sınır ötesi operasyon tezkereleri, anayasanın ilk maddeleri vb.) siyasiler birlikte hareket ederse, PKK ve yandaşlarının araya nifak sokması zorlaşır. Tam tersine, siyasi bölünmüşlük PKK’nin işine yarar, çünkü bazı odakları “demokratik özerklik” lehine ikna etmeye çalışabilirler. Örneğin Çözüm Süreci’nin kamuoyunda destek bulmasının sebeplerinden biri, değişik kesimlerin barış umuduna kapılmasıydı. Ancak süreç suistimal edilince büyük hayal kırıklığı oldu. Bu tecrübeden yola çıkarak, iktidar ve muhalefet bir daha silah bırakma vaatleriyle aldatılmayacaklarını, PKK tamamen silah bırakıp dağılmadıkça siyasal çözüm görüşmesi olmayacağını net biçimde ortaya koymalıdır. Bu, PKK’nin “iki adım savaş, bir adım müzakere” taktiğini boşa çıkarır.

Kamu Yönetiminde Liyakat ve Entegrasyon: PKK ve ideolojisine karşı mücadelenin bir cephesi de kamu kurumlarıdır. Özellikle Güneydoğu’da kamu görevlilerinin terör örgütünden etkilenmemesi için dikkatli atamalar yapılmalıdır. Bölge halkından gelen, bölgenin dilini kültürünü bilen kamu personeli yetiştirmek ve bölgeye göndermek iyi bir entegrasyon yöntemi olabilir; ancak bu personelin devlete sadakati de garanti altına alınmalıdır. 15 Temmuz örneğinde görüldüğü gibi, kamuda örgütlenen illegal yapılar büyük risk oluşturur. Dolayısıyla, PKK’nın gençlik yapılanması veya sempatizanları kamuda sızmaya çalışırsa, bunu tespit edip engelleyecek mekanizmalar işletilmelidir. Güvenlik soruşturmaları, istihbarat takibi vs. kesintisiz sürmelidir.

Uluslararası İletişim ve Algı Yönetimi: Türkiye, PKK’nin sadece askeri değil, propaganda cephesine de cevap vermelidir. Demokratik Modernite’nin dünyada bazı sol çevrelerde ve medyaorganlarında sempati topladığı görülüyor (özellikle “Rojava Devrimi” anlatıları vb.). Türkiye’nin diplomasi kanalları ve uluslararası medyadaki temsilcileri, bu konunun ülkenin birlik beraberliğini tehdit eden bir terör uzantısı olduğunu sürekli anlatmalıdır. Özellikle müttefik ülkelerin parlamentolarında zaman zaman “Kürtlere özerklik verilmeli” gibi temenniler dile geliyor; bunların önünü kesmek için resmi bilgilendirmeler yapılmalı, kırmızı çizgiler anlatılmalıdır. Unutulmamalı ki dış destek, PKK’nın en önemli kozlarından biridir. Bu desteği ne kadar izole edersek, PKK o denli köşeye sıkışacaktır. Örneğin AB ilerleme raporlarında yer alan yerel yönetim özerklik vurguları konusunda Türkiye gerekirse çekincelerini bildirip, bunun hassas bir güvenlik meselesi olduğunu anlatabilir. Ayrıca bu sinsi ve altyapısı bozuk sistemin sadece Türkiye’yi değil, tüm ulus-devletlerin bekasını tehlikeye düşürdüğü aktarılmalıdır. Bu konuda Türkiye’nin ciddi biçimde çalışması ve karşıt bir doktrin üretmesi aciliyet arz etmektedir.

Ekonomik ve Sosyal Kalkınma: PKK’nin taban bulduğu yerler, ekonomik olarak geri kalmış ve genç nüfusu işsizlik sorunu yaşayan yerlerdir. Bölgesel gelişmişlik farklarını azaltmak, teröre karşı en iyi panzehirlerden biridir. Son yıllarda Doğu’ya yönelik yatırımlar arttı, altyapı projeleri yapıldı. Bu ivme devam etmeli; gençlere istihdam yaratacak fabrikalar, teşvikler bölgeye yönlendirilmelidir. Köye dönüş projeleri, tarım ve hayvancılığın canlandırılması, küçük sanayi sitelerinin kurulması gibi adımlar hem eko-ekonomi söyleminin tek alternatif olmadığını gösterir, hem de halkın devlete güvenini artırır. Ekonomik olarak devletin varlığını hisseden, refah düzeyi yükselen vatandaş, ayrılıkçı propagandaya daha az prim verir. Bunun yanı sıra sosyal politikalar, örneğin bölgedeki ailelere eğitim, sağlık destekleri, kadın istihdam programları, terör örgütünün zeminini daraltır. Terör sadece ideolojiyle değil, insanların günlük hayatına dokunarak da yenilir.

Medya ve Propaganda: PKK ve yandaşları, dijital medyada ve dış kaynaklı yayın organlarında yoğun bir bilgi savaşı yürütüyor. Türkiye karşıtı algı yaratmak, öz yönetimi masum bir halk talebi gibi göstermek için içerikler üretiliyor. Bu cephede geri kalınmamalı. Devlet, Türkçe ve yabancı dillerde yayın yapan güçlü bir medya stratejisi izlemeli. Örneğin TRT Kürdi’yi bölge halkı gerçekten izliyor mu, içerik cazip mi? Gerekirse özel sektör teşvik edilerek, Kürtçe dilinde teröre mesafe koyan ama halkın gönlüne dokunan yapımlar üretilebilir. Ayrıca belgeseller, filmler aracılığıyla PKK’nin gerçek yüzü anlatılabilir. Terör kurbanlarının hikayeleri, PKK içindeki insan hakları ihlalleri (kaçırılan çocuklar, dağa çıkarılan gençler, infazlar) cesurca işlenmelidir. Bu sayede özellikle gençlerin terör romantizmine kapılması önlenir. Unutulmamalıdır ki, PKK son dönemde “kadın özgürlükçü, ekolojik devrim” propagandasıyla bir imaj yenileme yaptı. Buna karşın, PKK’nin yıkıcı ve bölücü faaliyetlerinin, halkın çektiği sıkıntıların hikayesi güçlü şekilde anlatılırsa, gerçekler ortaya çıkar. Örneğin hendek olaylarında Sur ilçesinin tarihi mirasının nasıl tahrip olduğu, bölge esnafının nasıl iflas ettiği görsellerle belgelendi; bunlar halkla paylaşıldıkça “özyönetim”in aslında felaket getirdiği anlaşıldı.

  • Sonuç

Yukarıdaki öneriler paketinin başarıyla uygulanabilmesi, ülkenin tüm kurumlarının ve milletçe toplumun geniş mutabakatını gerektirir. Türkiye Cumhuriyeti, 100 yıllık tarihinde çeşitli iç tehditlerle karşılaşmış ve hepsini aşmayı bilmiştir. PKK terör örgütü de onlarca yıldır süren mücadelenin sonunda askeri olarak büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir. Gelgelelim, PKK’nin tamamen yok olmadığı, taktik değiştirerek varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Demokratik Modernite ve demokratik konfederalizm gibi kavramlar, PKK’nin değişen şartlara uyum sağlayarak ideolojik zeminde mücadelesini devam ettirme yollarıdır.

Bu rapor, söz konusu kavramların içyüzünü ve Türkiye’ye yönelik sakıncalarını ortaya koymuştur. Son tahlilde, demokratik modernite görünümlü proje, özünde Türkiye’yi etnik ve siyasi olarak parçalama projesidir. Bunu engellemek ise kararlı, akılcı ve bütüncül bir devlet politikasıyla mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti, elbette ki Kürt vatandaşlarının ve diğer tüm farklı grupların hak ve özgürlüklerini en ileri düzeyde sağlamak durumundadır. Demokratikleşme, insan hakları, kültürel özgürlükler gibi alanlarda gelişme sağlamak, birliğimizi zayıflatmaz aksine güçlendirir. Ancak bunlar yapılırken, ulusdevletin temel niteliklerinden taviz vermek zorunda değiliz. Demokratik Modernite savunucularının ileri sürdüğü ikilem gerçekçi değildir: Onlar “ya demokratik özerklik ya kaos” şeklinde dayatıyorlar. Oysa ki alternatif bir yol vardır: Üniter devlet yapısı içinde demokratik katılımı arttırmak, kültürel hakları tanımak fakat egemenliğin tekliğini muhafaza etmek. Türkiye’nin hedefi bu olmalıdır. Yani, PKK’nin radikal taleplerini reddederken, makul ve birleştirici adımlarla Kürt vatandaşların devlete bağlılığını perçinlemek mümkündür. Bu raporun önerdiği önlemler de esasen bu yaklaşımın unsurlarıdır.

Sonuç olarak, Demokratik Modernite sistemi Türkiye Cumhuriyeti için bir Truva atı niteliği taşımaktadır. Dışarıdan “demokrasi, özgürlük, çevre duyarlılığı, kadın hakları” gibi evrensel kavramlarla süslü bu truva atı, içinden ülkenin temelini dinamitleyecek unsurlar barındırmaktadır. Devletimizin ve milletimizin bekası için uyanık olmak, bu tip kavramların cazibesine kapılmadan arka planını görmek zorundayız. PKK’nin ideolojik makyajına aldanmadan, onu gerçek yüzüyle tanıyıp gereken tedbirleri alırsak, ne radikal geçmişini aklayıp yasa önünden kaçmasına izin veririz ne de gelecekte yeni bir isyan denemesine zemin hazırlarız. Türkiye, hukuk devletini ve demokratik standartlarını koruyarak, ancak teröre ve bölücülüğe geçit vermeyerek yoluna devam edecektir. Bu süreçte en kritik husus, milli birliğimize sahip çıkmak ve anayasal bütünlüğümüzü savunmaktır. Rapor boyunca ortaya konulan analiz ve veriler göstermektedir ki, Demokratik Modernite adı altındaki proje, uzun vadede ancak milli dirayet ve toplumsal kararlılıkla etkisiz kılınabilir.

Unutulmamalıdır: Hiçbir siyasi çıkar veya kısa vadeli hesap, ülkenin birlik ve bütünlüğünden daha değerli değildir. Türkiye Cumhuriyeti, üniter devlet yapısını koruyarak da demokratikleşebilir, ama bölünürse ne demokrasi ne özgürlük ortamı kalır. Bu bilinçle hareket edildiği takdirde, Demokratik Modernite’nin yarattığı meydan okuma, Türk devlet aklının ve millet iradesinin engelini aşamayacaktır.

Ülkemiz geçmişte pek çok zorlu sınavdan geçtiği gibi, bu tehdidi de bertaraf edecek kudrete ve tecrübeye sahiptir. Milli birlik ve hukuk düzeni kararlı biçimde savunulduğu müddetçe, hiçbir enternasyonal senaryo Türkiye’yi bölmeyi başaramayacaktır.

NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE!

Bu Yazıyı Paylaş
Yorum yapılmamış

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir