
Türkler, en eski dönemlerden günümüze gururla taşıdıkları devlet ve asker teşkilâtlarının yanı sıra büyük bir din geleneğine de sahiptirler. Bu din geleneği, Türkler’de Tanrı, evren ve insan tasavvurunu ilk kez yaratan, Türk millî kimliğini oluşturan ve onlara tarih serüvenleri boyunca her daim eşlik eden en eski ve millî dinlerinin günümüze uzanan sürekliliğini ve izlerini ifade etmektedir. Değerli Türk tarihi ve dinler tarihi âlimlerimiz rahmetli Hikmet Tanyu, İbrahim Kafesoğlu ve Harun Güngör’ün kanaatimizce pek doğru bir tespitle “Gök Tanrı dini” olarak adlandırdıkları bu din, kendini yazılı olarak ilk kez 8. yüzyılda, Orhun Yazıtları’nda “Tengri” ile başlayan bilge ata deyişlerinin yeri göğü titreten nağmelerinde açığa vurmuştur. Ancak şüphesiz ki onun ve oluşturduğu geleneğin, tabir-i caiz ise “genleri”, Türkistan’da ve Anadolu’da on binlerce yıl önce nakşedildikleri düşünülen ve en eski kültürel belleğimiz olan kaya resimlerinde gördüğümüz kozmoloji, dinî törenler ve kutsal kabul edilen unsurların temsillerine dair bir çok resim ve tamgada gizlidir. Bu arkeolojik belgelerin yanı sıra dünyanın farklı coğrafyalarına dağılmış Türk topluluklarının destanları, gelenek ve görenekleri Gök Tanrı dinine ait ipuçlarını bünyelerinde barındırmaktadır.
Türkler’in sonradan benimsedikleri her din ile senteze girerek o dini farklı algılamalarına ve yaşamalarına sebep olan da, işte Gök Tanrı dini ve ondan doğan bu din geleneğidir. Bu din, onların millî kimlikleri ile törelerini şekillendirmiş ve bu kimlik altında içkin bir şekilde mevcudiyetini sürdürerek dinlerüstü bir kimlik kazanmıştır. Gök Tanrı inancı merkezinde gelişen bu din ayrıca tabiat kuvvetlerine iman ve atalar kültünü de içermektedir. Aslında dikkatlice değerlendirdiğimizde Gök Tanrı dininin iman unsurlarını oluşturan “Gök Tanrı-tabiat kuvvetleri-atalar”, aslında her dinin temel problemi olan Tanrı-evren-insan ilişki zincirinin halkalarına birebir tekabül etmektedir. Bu da haksız bir şekilde “Şamanizm” olarak nitelenen eski Türk dininin çok erken dönemlerde “yüksek mahiyette bir din” olarak teşekkül ettiğini apaçık ortaya koymaktadır. Türklerin Kadir-i Mutlak olarak gördükleri Gök Tanrı’ya olan aşkları, inançları, teslimiyet ve şükran duygularını yazıtlardan olduğu kadar başlıca Çin ve Bizans kaynaklarından da öğrenmekteyiz.
Şüphesiz bir milleti birleştiren, ifade ve temsil eden en önemli iki kurum devlet ve dindir. Bir kavim veya milletin tarihinde evrensel dinlerin ortaya çıkışından önce var olan millî dinler döneminde din ve devlet işlerini yürütme yetkileri, genellikle “ilahî” olarak addedilen hükümdarlar tarafından yerine getirilmiştir. Kadim Türklerde de hükümdar ilahî menşeli kabul edilmiş ve ilahî yetki “kut” olarak adlandırılmıştır. Ancak kut, hükümdara ölene kadar verilmiş bir yetki olmayıp adil ve töreye uygun olmayan icraatler neticesinde düşebilirdi. Din ve devlet kurumlarının özdeşleştiği milletlerde devlet yasaları ve dinî kaideler adetâ meczolmuş, bu iki kurum birbirinin varlığını ve gücünü destekler duruma gelmiştir. Bu durum, eski Türk kültüründe de “töre” adı altında kendini hissettirmektedir. Nitekim töre hem dinin önemli bir bölümünü oluşturan ahlakî değerler, hem de devlet tarafından uygulanan örfî yasaları bünyesinde bir arada uzlaştırmış bir şekilde barındırmaktadır. Rahmetli kültür tarihçimiz Bahaeddin Ögel’in Türkler’in devlet yapısı geleneğini tanımlayan somut ve soyut unsurlar arasında saydığı aile, halk, toprak, kağan, töre ve kut, kanaatimizce Türkler’in din geleneğini de oluşturan yapıtaşlarıdır. Dinin öğrenildiği mecra, toplumun yapıtaşı ailedir; halk tarafından benimsenen ve uygulanan çoğunluk dini genellikle devletin “resmi dini”dir. Kadim Türkler’de “vatan” kavramının dinî vechesi bulunmaktadır. Kağan, töre ve kut, Türk devletini olduğu kadar Türk dinini de yaşatacak ve yüceltecek temel unsurlardır.